Nao uyandığında kendini yumuşacık, gül kokulu bir yatakta buldu. Uyanır uyanmaz gözlerini açmama huyu vardı. Çok minimal bir şekilde hareket ederek bedenine bir cihaz bağlı mı değil mi anlamaya çalıştı. Belki bu istihbaratçılar onun uyandığını ondan önce anlayabilmek için ona nabız ölçen cihazlar takmış olabilirlerdi. Ama böyle bir şey yoktu neyseki. Uni'nin bir anlık merhametine mi denk gelmişti yoksa akıl mı edememişlerdi, buna çok kafa yormadı. Nao hala uyuyan biri gibi yavaşça nefes alıp veriyordu. Hemen aklındaki düşünceleri tartmaya koyuldu. Sonunda uyuyup akla mantığa ermişti, mutluydu bunun için. Insanı delirten bir odada yedi gün kalmıştı. Yedinci gün tamamen delirmişti. Son ana kadar olanları hayal meyal hatırlıyordu. Neyse ki nasıl hissettiğini değil olayları hatırlıyordu. Zeki bir kızdı ve zeki olduğunun zeki olduğu kadar farkındaydı, zeki olduğu için. Hemen elindeki verilerle o son anda anlayamadığı "Siz kimsiniz?" deyişinin altında yatan nedeni bulmaya çalıştı. Kesinlikle o anda Uni'yi unutmamıştı ama böyle demişti. Elinde üç veri vardı. Bir: midesinde hiçbir şey kalmayana kadar kusmuştu. İki: yemeklerde doğrudan beyni, sadece beyni etkileyen zehir vardı. Aynı zamanda afrodizyak (gaz halinde) ile destekleniyordu bu zehir. Neden azdırıcıyla desteklendiğini sonradan düşünecekti. Üç: Uni sanki hatırlanmayacağını bile bile Nao'ya yaklaşmıştı. Bu kesindi. Nao, Uni'yi, yüzündeki ve ses tonundaki o mikroskobik değişimlerin farkına varacak kadar iyi tanıyordu. Aynı zamanda Uni kendisi kadar derin düşünecek kadar zeki değildi. (Nao'nun bir uyuyup uyanınca kendine güveni gelmişti tekrardan. Zekiliğin getirdiği ukalalığı geri gelmişti tekrardan. Hapse atıldıktan saatler sonra kaybetmişti ukalaca düşünme yetisini.) Uni'nin zekası, sanki arkasındaki zeki biri veya birilerinin verdiği kararlarla sınırlıydı. Bu yatağı da Uni hazırlamış olmalıydı. Hem çok derin düşünürse yanılgıya düşebilir, veyahut delirebilirdi. Karşısındakiler bu kadar derin düşünmüyorlardı. Yani üçüncü argümanı kuşkusuz doğruydu. Şimdi diğer iki düşüncesine baktı. O hapisanenin şoku Nao'ya her şeyi unutturamazdı. Bunu da anlamış olmaları lazımdı. Çocukluk travmalarını eksiksiz hatırladığına şahit olmuşlardı. Yani yemek, evet, yemekteki zehir, hatta ve hatta o son yemekteki zehir ona bir şeyleri unutturacaktı. Belki üst seviye, daha teknolojisinin fikri bile halka ulaşmamış bir nanomakineydi bu zehir, sadece bir anıyı ya da bir kişiyi hafızadan silen. Ya da daha olası, büyülü bir iksirdi bu yemeğin içindeki zehir. İkincisi daha olasıydı. Herkes büyü kullanamazdı Battland'de. Çok usta insanlar tarafından oluşturulur ve o insanlar "Büyünün Kaynağı" olarak belirlenirdi. Yani o büyüyü bulan kişinin varlığıyla sınırlıydı büyünün varlığı. Karşısındakilerin Beş Büyük Ordu'dan İstihbarat Ordusu olduğu göz önünde bulundurulunca bu çok olasıydı. Bunun da doğruluğunu kanıtlamıştı Nao kendine. O hafıza silen zehri kusmuştu. Afrodizyak ve hapsin delirtici ortamı da bu güçsüz büyüye destek olmak içindi. Aynı zamanda uykusuzluktan delirtip onu her emri yerine getiren bir zombiye dönüştürmeyi amaçlıyorlardı. Nao yetenekliydi, son zamanlarda Beş Büyük Ordu'daki siyasi çalkantıları da hesaba katarsak Robot Ordusu Başkanı Marquis'e olan güvenleri de yavaşça sarsılmaya yüz tutmuş olduğu su götürmez bir gerçekti. Demek ki Nao'yu adamları yapıp Marquis'i gözden çıkaracaklardı. Nao o kadar tatmin olmuştu ki şimdi. Her şeyi ne güzel de birbirine bağlayabilmişti böyle! Şimdi tekrardan kusma olayını inceliyordu Nao. Büyük ihtimalle karşısındaki, satrançtaki rakibi, Nao'nun kusması üzerine iki plan kurmuşlardı: Öfkeli Nao, Uni'yi hatırlayıp öfkesini (haklı olarak) onun üstüne kusacaktı. Böyle olursa Nao'ya o Uni'nin hayal ürünü olduğunu inandıracaklardı. Uni buna göre davranacaktı yani. İkinci ihtimal, yani Nao'nun hafızasını kaybetmesi ve Uni'yi hatırlayamaması olacaktı. Şu an olanlara neden olacaktı bu. Üçüncü ihtimal akıllarına gelse de mantıksızlığından kimse dikkate almayacaktı. Ama ya şeytan ya tanrının yardımıyla satranca hile karıştırılmıştı. Nao, Uni'yi "hatırlamıyormuş gibi" yapmıştı. Mantığı onu nasıl da kurtarmıştı o kritik anda, o son zeka kırıntısı tam zamanında nasıl da zavallı Nao'nun yardımına yetişmişti! Nao gülümsememek için kendini zor tutuyordu. Ama bir sıkıntı vardı. Deliyken düşündüğü şeyler şu an aklı mantığı yerinde olsa da onu üzüyor, kuşkulandırıyor, hatta tedirgin ediyordu. Aynı zamanda "Siz kimsiniz?" dedikten sonra neler yaşadığını hiç hatırlamıyordu. "Neyse. Öğreneceğim birazdan. Şimdi kendimi Uni'yi unuttuğuma inandırmam lazım ki öyle davranabileyim." Diye düşündü. Tam gözlerini açacakken durdu. "Bir dakika! Ben Uni'yi mi unuttum, yoksa geniş bir hafıza kaybı mı bu?! ... Evet evet, hapsin şokuyla, her şeyi unuttum!" Nao yavaşça gözlerini açtı. Kişiliğini bile bozuk göstermeye karar vermişti. Şaşkınca etrafına baktı. Beyaz bir odada, toz pembe bir yataktaydı. Yatağın yanındaki sehpa dışında başka hiçbir mobilya bulunmuyordu odada. Geldiği zaman yattığı oda gibiydi. Nao yavaşça doğruldu. Çıplak olduğunu anlayınca gerçekten utanarak yumuşak yorganı omuzlarına kadar çekmişti. Aynı zamanda tertemiz edilmişti. Gül kokusunun kendinden geldiğini fark etmesi zaman almamıştı. Saniyeler sonra odanın beyaz kapısı yavaşça açıldı. Nao koridorda ne olduğunu dikkatli görememişti. İçeri giren beyaz elbiseli Uni'ydi. Uni nedense çok tatlı bir şekilde şevkatle gülümsüyordu Nao'ya. Bir abla şevkatiyle. Ama gözleri hala hüzünlü bakıyordu. Elinde bir tepsi vardı.
-Sana kahvaltı hazırladım, Nao.
Nao kahvaltıya sevinmişti. Yüzüne de yansımıştı bu. Uni bunu biraz daha farklı yorumlayarak, kahvaltı getirişine sevindiğini düşünmüştü. Nao çok tatlı bir şekilde gülümsüyordu.
-Bu güzel iyiliğiniz için size minnettarım. Ama aklımı kurcalayan bir şey var... Bana hala kim olduğunuzu söylemediniz.
Uni tepsiyi sehpaya bıraktı. Nao'nun yatağının kenarına oturdu. Gülümsedi.
-Ben Uni. Nasıl söylesem... Seni oradan kurtardım. Ben... ben İstihbarat Ordusu'nun başkanıyım.
Uni utana utana söylemişti son cümleyi. Nao, Uni'nin bu tavırlarından biraz korkmuştu biraz da utanmıştı. Bu utanmışlığını farklı bir şekilde dışarı vurdu. Heyecanla kısa bir çığlık attı.
-İstihbarat Ordusu'nun Başkanı Uni Hanım mı?! Ah! Ne kadar da şanslıyım! Ee, şey... Uni Hanı- Prensesim... ee, Ekselans-
Nao'nun konuşmasını heyecanla kesti Uni. Yüzü elma gibi kıpkırmızı olmuştu utancından.
-Lütfen öyle deme! Bana... bana... şey...
Uni ezilip büzülmeye başlamıştı. Nao baya eğleniyor, eğlendiği kadar da şaşırıyordu. "Haha, karıya bak! Niye böyle oldu ki bu şimdi? Dur bir."
-Size?!
Nao heyecanla sormuştu. Uni kısık sesle mırıldandı. Nefes nefese kalmıştı.
-Abla diyebilirsin.
Nao daha çok eğlenmek için tekrar heyecanla bağırdı.
-Efendim sizi duyamıyorum. Nasıl hitap edebilirim size, lütfen tekrar söyleyin!
Uni kendini toparladı.
-Abla de! Ablan olacağım artık, ne istersen söyle bana. Gücüm yettiğince yapacağım.
Nao şaşırmıştı. Şimdi gerçekten Uni yüzünden utanıyordu. Bakışlarını çevirdi. Kıpkırmızı olmuştu suratı. Gerçekten içinden geçenleri mırıldandı bu sefer.
-Neden?
Uni'nin duyamayacağı kadar kısık sesle demişti bunu. Uni hemen ellerini çırpıp dudaklarını bastırarak gülümsedi. Resmen Nao'nun bu suratını görmeye üzülmüştü.
-Hadi artık kahvaltını et. Bak senin için hazırladım.
Nao yorganı hafif kaldırıp altına baktı. "Don var en azından..." Sonra (gerçekten) utanarak Uni'ye baktı.
-Şey... Abla.
"Abla" der demez bir ürpermişti Uni. Diken diken olmuştu tüyleri. Hemen heyecanlanıp kendine karşı koyamadı.
-Evet, abla! Efendim, dinliyorum Naocuğum!
-İzleniyormuşum gibi bir his var genç kız kalbimde... Hem istihbarat dedin, ordu dedin. İzleniyor olduğumuzun olası olduğunu mantığım da söylemeye başladı şimdi. Ay... ne yapacağım? Ablamla yalnız kalsam belki cesaretimi toplayıp yorganı indirirdim ama... Yani.
Uni yapmacık bir şekilde gülümseyip kıkırdadı. Sonra kafasını arkaya çevirip sol üst köşeye ciddi bir bakış attı. Bir yandan da eliyle yatağın altında bir şey arıyordu. Çok kısık sesli bir tıkırtı çıktı aradığı şeyi bulduğunda. Şimdi de bir çıtırdama sesi... Uni elini kaldırdı ve tırmaklarına bakmaya başadı. Tırnağının üstündeki siyah parçaları (toz gibi) odanın içine silkeledi. "Demek kamera sol köşedeydi. Az önce ezdiği şey de böcek (mikrofon) olsa gerek." diye düşündü Nao. Artık gerçekten baş başalardı. Bir ürpermedi değildi. Uni gülümsedi ve yapmacık bir şekilde konuştu.
-Yoo, ne izlenmesi. Burda yalnızız, ikimiz. Hadi, kahvaltının tadına bak. Gerçekten burda...
Uni'nin yüz ifadesi korkunç bir şekilde değişmişti aniden. Uzaklara hüzünlü hüzünlü baktı.
-Burda kimse yemeklerime yorum yapmıyor.
Nao yalnız kalmış olsalar bile yorganı göğüslerini kapatmaya özen gösterecek şekilde bırakıp tepsiyi aldı. Omlet, peynir zeytin, portakal suyu... Normal bir kahvaltı. Nao istemsizce kahvaltıya bakıp kıkırdadı. Sonunda düzgün kahvaltı edebilecekti. Çatal bıçakla...
Nao iştahla gülümseyerek çatalın ucuna taktığı kanepe ekmeğini omlete bandı. Ağzını, o kadar aç olmasına rağmen, soylu bir prensesmiş gibi yavaşça ve küçük açtı. Omleti ağzına atar atmaz bir an kaskatı kesildi. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Bekledi. Ne vardı bu yemekte?!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Battland Maceraları Vol. 2
PrzygodoweBattland Maceraları'nı okumak için: https://www.wattpad.com/story/76321977-battland-maceralar%C4%B1 Her bölüm ortalama 300 kelimedir. Bu yer beklediklerinden çok daha farklıydı. Hem her yer, hem de hiçbir yere benziyordu. Büyük güçler ve tehlikeler...