Cehennemin Tam Ortası

1 0 0
                                    

Sadece birkaç gün sonra Alparslan bana bölgeye kadar eşlik etmiş ve beni ardında bırakmanın yüzünde yarattığı acıyı da alıp, Sinan'ın yanına dönmek için yola çıkmıştı. Bölgedeki birkaç gün sandığımdan çok daha kolay geçmiş, hatta vakit buldukça birkaç saat de olsa uyuyabilmiştim. Ancak bu kısa süreli olarak sağlanan bir ateşkesin rahatlığıydı, bugün hiçbir an, bugüne dek geçirdiğim birkaç gün kadar sakin olmayacaktı. Bunu ilk, yayın yaparken sadece birkaç yüz metre öteme düşen güçlü bir bombayla anladım. Bombanın yaratmış olduğu duman etrafı görmemi engelliyor, bombanın şiddetiyle kulaklarımı delecek kadar yükselen insanların feryat sesleri, içimi kelimenin tam anlamıyla dağlıyordu; ancak ayağa kalkmalıydım, yayını izleyecek olan ve ardımda bıraktığım herkes için ayağa kalkmalıydım. Kalktım da, bombadan sıçrayan bir parçanın omzuma gelmesini önemsemeden olay yerinden aktardım, bu ardımda bıraktığım herkese 'iyi' olduğumu gösterme biçimimdi. Yayın sonrası omzumdaki parçayı çıkartıp, omzumu sardım. Kötü değildi, en azından kötü görünmüyordu. Ertesi güne kadar bombalama devam etti; kulaklarımdan asla silinmeyecek olan birçok sesi belleğim kaydetmeye utanmaya başlamıştı bile. Onlarca yayın, bölgeye geldiğimden bu yana geçen birkaç hafta ve aklımda her an Sinan'ın düşüncesi... Sıra asıl sınavıma, mahşeri yaşamıma, cehennemin tam ortasına düşmeme gelmişti!

O gün savaşın hiç uğramadığı bir köye gidecek ve orada yaşamını savaşın gölgesinde sürdüren insanlarla röportaj yapacaktık. Köye kadar sorunsuz bir şekilde ulaştık, zaten almış olduğum diplomatik dokunulmazlık bölgede rahatça dolaşmamı kolaylaştırıyordu. Savaşa iki oğlunu kurban etmiş Iraklı bir anneyle sohbet ederken, kopan gürültüye anlam veremedim, Vahap hala yayında olduğunu işaret ediyordu. Kopan gürültüye doğru yönümü dönerken, kamerayı döndürmesi için de Vahap'a işaret ediyordum. Hızla yükselen turuncu renk duman etrafı sarmış, çığlıklarından anladığım kadarıyla çoğu kadın ve çocuk olan köy halkının etrafta koşuşturması bu dumanla gölgelenmişti. Onlarca postal sesi duyuyor, ancak postalların çığlıklara karışan sesi nedeniyle ev kapılarına tekme atarak, evde olanları toplamaya başlayan kaç kişi olduğunu saymakta zorlanıyordum. Ne diyorlardı böyle zamanlar için mahşer... Gördüğüm, yaşadığım, duyduğum her şey; gerçek bir mahşer gibiydi!

Kalabalığın koşuşturmasını ardıma alarak kameraya doğru olay yerinden bildirmeye başladım, ancak henüz birkaç cümle kurabilmiştim ki, ardımdan gelen iri yarı bir adamın saçımdan tutup beni yerlerde sürüklemesiyle kendimden geçtim. Gözümü açtığımda zifiri karanlık bir odada, belki de bir mahzendeydim, bilmiyordum; gözüm hiçbir şey görmüyor, etrafımda başka biri olup olmadığını kestirebilecek kadar iyi duymuyordum. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve sıkıca kollarımın arasına sardım, ardından "Vahap" diye seslenmeye başladım, ancak herhangi bir yanıt alamıyordum. Orada uzunca süre kaldım, aklımı yitirmemek için zamanı saymaya çalışıyordum. Yanılmadıysam ortalama 10 saat sonra iri yarı ve yüzü poşuyla örtülü bir adam beni alarak, aydınlık bir odaya götürdü. Ellerim ve ayaklarım bağlanmış, bir sandalye üzerine sabitlenmiştim. Bir süre sonra gelen yüzü açık adam Arapça olarak benimle tanışmak istediğini, konuştuğu dili bilip bilmediğimi soruyordu. Biliyordum, okul yıllarımda Arapça da dahil olmak üzere 5 farklı dil öğrenmiştim, zaten bu yüzden en başından beri savaş bölgesine uygun olan kişinin ben olduğumu düşünüyordum.

Karanlıkta neredeyse görmeyi unutmuş gözlerimi açmış ve gelen kişiye kim olduğunu sormuştum, elbette Arapça. Ancak soruma yanıt vermedi, daha çok o benim kim olduğumla ilgileniyor gibiydi, üzerimde bulduğu diplomatik dokunulmazlıkla. O an anladım, bunlar her iki ülkenin de ordusu değildi, savaş dönemi ortaya çıkan bağımsız çetelerdendi; sanırım ben, bir terör örgütünün elindeydim!

Günün yarısını karanlık, yarısını kaldığım yere göre daha aydınlık olan sorgu odasında geçiriyor, gördüğüm işkencenin dozu her geçen gün biraz daha artıyordu. Yanlış saymadıysam eğer buradaki 6. günümdeydim; ve şimdiden yediğim dayaktan sağ gözüm neredeyse kapanmış, bir kulağım daha az duymaya başlamıştı. Öğrenmek istedikleri tek şey ise, diplomatik dokunulmazlığı nasıl aldığımdı; gelirken ayrıcalık sağlayacağını düşündüğüm bir kağıt parçası, sadece birkaç hafta sonra beni cehennemin tam ortasına atmıştı. Ancak söyleyemezdim, Alparslan'dan, onun milletvekilli olduğundan bahsedersem, beni ülkeme karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaları çok olasıydı, bu yüzden hiçbir şey anlatamazdım. Konuşmayı bile unutmaya başladığım o günlerde beni ayakta tutan; Sinan'ın gözümün önüne getirdiğim mutluluk dolu anları, Deniz'in bana yaşatmış olduğu aşkın hatıraları, Alparslan'ın benden asla vazgeçmediği yılların belleğimde kalan izleri ve ailemle geçirdiğim senelerin hatırımda kalan anılarıydı, yani ardımda bıraktığım herkesti!

Yaşadığım anlar canımı fiziken yakıyor, ancak ruhumdan bir şey koparamıyordu, kendimdeki dirayete ilk o an hayran kalmıştım ve bu dirayeti bana kazandıran kişinin Deniz olduğunu çok iyi biliyordum. Belki yollarımız ayrılmış, belki bir daha onu asla göremeyecektim, ama o bana böyle bir zamanda bile ayakta kalmayı öğreterek, bana verebileceği en iyi hediyeyi çoktan vermişti, üstelik ben bunu ondan 2.215 kilometre ötede bile görebiliyordum.

Zaman algımın kaymaya başladığı, saymayı beceremediğim günlerdeydim, dışarıda duyulan çatışma sesiyle irkildim, yitip gitmek üzere olan duyularımı zorlayarak, etrafı dinlemeye başladım. Sanırım bir cehennemin ortasından, başka bir cehennemin ortasına geçmek üzere, ne yaşacağımı bile kestiremeden orada öylece dona kalmıştım...

Bir Deniz SevdimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin