Bir kaç dakika sonra 3 katlı bir evin önünde durduk. Arabayı park etti, arka koltuktan çantamı aldım ve dışarı çıktım. Serap Hanım kapıyı kilitleyerek anahtarı bana verdi.
En üst katta oturuyordu, binaya girdik, evin kapısını açtı ve içeri girdik.
"Acıktınız mı?" dedi Serap Hanım. Açtım fakat zaten kadına oldukça yük olmuştum, daha fazla yük olmamak için "Yok hayır sağ olun" dedim.
"Çay koyayım o zaman?" dedi. "O olur" dedim. Salona geçirdi beni ve odasına geçerek üstünü değiştirdi. Çok lüks olmasa da orta düzeyde bir evdi.
Dikkatimi bir şey çekmişti, evde bir tane bile ayna yoktu. Evin dış kapısından girdiğiniz anda karşısı direk lavaboydu, lavaboda bile ayna yoktu, dile getirmedim bunu.
Uzun bir süre ardından beyaz bir kazak ve siyah bir eşofman giyerek demlik ve bardaklar ile salona geldi. İkimize de çay koydu.
"Zamanım kısıtlı Serap Hanım" dedim.
"Neyi merak ediyorsunuz?" dedi.
"Kaan'ın kâbuslarından sonra ki olanları" dedim.
Buradan sonrasını Serap Hanım, Kaan'ın ağzından anlatıyor:
"O kâbusları gördükten sonra anne ve babam bende değişiklikler gördüğünü söyledi. Cahildik, korkmuştuk. Anneannemlerin kulağına da gitmişti bu olay, onlar da bir hocaya gitmemizi tavsiye ettiler.
*** Şehrinin *** köyünde *** isimli zengin, tecrübeli, oldukça kudretli ve ilimli hoca varmış.
Annem, Babam ve Ben yola koyulduk. Bir kaç gün sonra varmıştık köye. Köy 3 tane dağın ortasındaydı. 3 köyünde arasından su akıyordu, nehir vardı.
Köy çok küçük olmasa da sıradandan büyüktü. Halk bizi hoş karşıladı ve hocanın yerine götürdü. Bu süre zarfında o aynada ki şeyi görmeye devam ediyordum.
Tuvalete gitmeye korkmuştum artık. Aynalara, bilgisayar monitörüne ne zaman baksam o siyah tüylü korkunç şeyi görüyordum.
Bazen sabahları kalkıyorum, alnımın kanadığını fark ediyordum. Fakat annemlere anlatamıyordum, sanki gün geçtikçe beni kendi eline geçiriyor, gün geçtikçe onun oluyordum fakat hiçbir şey yapamıyordum ve bunu kimseye anlatamıyordum.
Hocanın evine varmıştık. Çok büyük bir bahçesi vardı ve tam ortasında 2 katlı büyük bir ev. Arka tarafında ahırları vardı.
Zengin olduğunu söylemiştim.
Eve doğru gitmeye başladık. Hoca kapıda bizi bekliyordu. Bizi görünce yüzünde gülümseme vardı, beklediği belliydi bizi. "
Serap Hanım, Kaan Bahadır'ın ağzından anlatmaya devam ediyor:
"Babam hoca ile tokalaştı, seksenli yaşlarda saçları ve yüzü bembeyaz, uzun boylu, yaşına göre kalıplı bir adamdı.
Bizi eve geçirdi, kuzu çevirmişlerdi, bizim için güzel bir ziyafet verdiler. Babam ile sohbet ettiler. Sonradan söylediği kadarıyla zamanın geçmesini, akşam olmasını bekliyormuş" dedi Serap Hanım.
"Neden akşam olmasını bekliyormuş? " dedim.
"Kaan ile değil de, onunla konuşmak için" dedi. Pür dikkat dinliyordum, devam etti:
"Yemeğimizi bitirdik, sohbet ediyorlardı. Dedemi tanıyormuş hoca, annemin babasını. Önceden onlarda burada kalıyorlarmış. Hatta dedem ile oldukça samimiymişler.Zaman iyice geç olmuştu. Hoca düzenini bozup toparlanarak "Şimdi gelelim yakışıklıya" dedi.
Ben hocaya bakıyordum, o bana diyordu. Korkuyordum ben, ne olacağını bilmiyordum. " dedi Serap.
"Peki sonra?" diye girdim lafın arasına meraklı bir şekilde.
"Hoca, anne ve babama burada beklemelerini söyledi ve beni alarak küçük bir odaya götürdü.
Bir tane mum yakarak yere koydu ve bir karşısında hoca diğer karşısında ise ben duruyordum.
Mum tam ortamızdaydı ve hoca bir şeyler söylemeye başladı. Işık olmadığı için yüzünü göremiyordum, sadece ellerini görüyordum. Ellerini açmış, Arapça bir şeyler okuyordu.
Arada bir bana üflüyordu.
Cümlesini "Kabih" kelimesi ile bitirdiğinde ateş neredeyse tavana değecek kadar yükseldi.
Saçlarımın bir kısmı yanmıştı.
Etrafta gölgeler hareket etmeye başladı. Odanın içinde çok şiddetli bir rüzgâr vardı fakat ateşte hiçbir hareketlenme yoktu tüm gücüyle, gereğinden fazla yanıyordu."
"Güçsüzleşmiştim, içimden ruhumun serbest kalışını hissediyordum fakat hala hayattaydım.Bedenim boşluğa düşmüş gibiydi, elimi kaldıramıyor, hiç bir yerimi hareket ettiremiyordum.
Hoca birden bire durdu ve ateşe doğru üfledi, ateşin ortası sanki boşmuş gibi hocanın üfürüğü yüzüme geldi. Az da olsa kendime gelmiştim fakat hala daha başım çatlıyordu, ellerim titriyor, halsizliğim devam ediyordu.
Odada bir ses duyuldu, kahkaha sesi. Fakat dünyanın en korkunç kahkahasıydı bu, çılgınlar gibi gülüyordu.
Hoca tavana doğru kafasını kaldırarak "Kimsin sen?" dedi.
Bu sefer daha şiddetli gülmeye başladı. "Ben senin Rabbi'nim" dedi alaycı bir ses tonuyla.
Hoca bir yandan dua ederken bir yandan "Benim tek Rabbim var, Oda Allah'u Teâla (c.c.)'dır." dedi.
Bu sefer kısık fakat net bir şekilde " Peki o burada mı? Burada sadece ikimiz varız. Sadece sen ve ben" dedi.
Hoca tüm gücüyle "O her yerdedir" dedi.
Ben kıpırdayamıyordum bile, vücudum sanki benim değildi, sadece gözlerimle olan biteni izliyordum, korkuyordum, ağlıyordum.
"Ne istiyorsun bu çocuktan?" dedi.
"Buna karışma hoca!" dedi.
"Senin gibi çok şerliyle karşılaştım ben" dedi Hoca ve Arapça bir şeyler okumaya devam etti.
"Hangi kabiledensin?" diye sordu Hoca.
Odada ki tüm gölgeler durdu fakat ateş hala yanmaya devam ediyordu ve "Benim ne kabilem, ne ismim, ne cismim, ne soyum var. Ben tekim!" dedi ve vücudumda ki tüm kemikleri sıkmaya başladı birisi.
Her yerim, bir pet şişeyi eline alıp sıkarmışçasına sıkıyordu, kemiklerim kırıldı sandım, gözümden yaş yerine kanlar gelmeye başladı, dilim dışarı çıkmıştı nefes alamıyordum, boğuluyordum.
Çamur kusmaya başladım, yere çökmüştüm. Yerde hareket edemeden uzanıyordum, hocanın durduğunu gördüm. Hiç hareket etmeden, konuşmadan durduğunu.
Seste kesilmişti. Ateş tekrardan yükseldi, gölgeler ortaya çıkmaya başladı. Etrafımızda daire çiziyorlardı.
Hoca bağırmaya başladı "Allah'a sığındım" diyordu. Sürekli bu cümleyi söylüyordu. Acı çekiyordu belliydi, sol elini yere koyarak düşmemek için destek alıyordu. Ateşle yüzünün arasında sadece santimetreler vardı.
"Allah'ım, küfre uğrayan bu şerliyi -" cümlesini tamamlayamadan bağırmaya, çığlık atmaya başladı.
Yüzünün tamamı yanmıştı. Sağa sola saldırıyordu, duvara koşuyordu fakat gölgeler etrafını sarmıştı.
Kendini yerlere vurmaya başladı. Yere çöktü ve kafasını zemine vurmaya başladı. Çok sert bir şekilde, kanamaya başlamıştı. Sürekli kafasını yere vuruyordu, alnı açılmıştı, paramparça olmuştu.
Bana doğru döndü, yüzü çok korkunçtu ağlamak istedim fakat onu bile başaramıyordum.
Kafasını bana doğru çevirerek kısık bir ses ile "Rabbin benim!" dedi.