Kafayı yiyordum herhalde, tarifi mümkün olmayan şeyler yaşamaya başlamıştım. Saat 2 olmuştu, başımı yastığı koyduğum anda uyumuşum.
Uyku ile uyanıklık, rüya ile kâbuslar iç içe girmişti. Yine bir rüyanın içindeydim, aslında rüya değil, gerçeğin kıskacındaydım.
Başıma gelecek olan olaylar; sıradan, herkesin yaşayacağı şeyler değildi. Biraz saçma ve bir o kadar korkunçtu.
Yine rüyanın içinde buldum kendimi. Uyanmaya çalışıyorum, ama uyanamıyorum. Dedim ya, rüya olması gerekiyordu, ama rüya değil, gerçeğin ta kendisiydi.
Üzerimde bir yük vardı, yataktan doğrulmak istiyorum, fakat doğrulamıyorum. Gözlerimi bile tam açamıyorum.
Tekrar, mezarda işittiğim o sesleri duyuyorum. Sert bir şekilde kulağımda fısıldamalar işitiyorum. Çabuk getir onları buraya, buraya ait onlarda, sende. Burada olmalısın, burada durmalısınız, diye fısıldıyorlar kulağıma.
Bağırıyorum avazım çıktığınca, ama sesimi ben bile duymuyorum. O kadar çırpınışımı üst ranzada yatan abim bile fark etmiyor. Bir türlü üst ranzanın tahtalarına vurup, abimi uyandıramıyorum.
Yine tekrarlıyorlar aynı şeyleri. Bu sözleri, üç beş farklı kişinin ağzından duyuyorum.
Ani bir irkilme ile gözlerimi açabiliyorum.
Üst ranzanın altındaki tahtada, mezarda gördüğüm o ilginç yazılar. Ayak ucumda taş, toprak ve yaprak parçaları, tam göğsümün üstünde ise, üç beş incir meyvesi ve küçük incin fidanı var. Fidan, topraktan daha yeni sökülmüş gibiydi, üzerindeki toprakları hala duruyordu.
Ne olduğunu anlayamıyorum ve kıpırdayamıyorum da.
Kulağıma yine fısırtılar geliyor. Bizim buradan çaldıklarını getir, buraya getir, bize aitsin gibi konuşmalar işitiyorum.
Bu seslerin neyi kastettiğini anlamıyordum. Bize ait dediği, bu incir fidanı olabilir miydi? Bu tür fidanlar mezarlıkta vardı, bunları mezarlığa geri götürmemi mi istiyorlardı. Bilemiyordum.
Güç bela doğruldum yataktan, ranzanın köşesine sıkıştırılmış market poşetine hepsini doldurdum.
İncirleri, fidanı, taş ve yaprak parçalarını güzelce doldurup, mezarlığın yolunu tutum. Normalde gitmek istemiyordum, ama bir şey beni zorla götürüyor gibiydi.
Ne abim, nede evden bir başkası, benim seslerimi duymuyordu.
Saat 3.30 olmuştu. Dışarıda ben ve birbirine hırlayan siyah köpeklerden başka hiç bir canlı yoktu. Rüzgârın çıkardığı korkunç ses ve köpeklerin hırlayışları korkumu doruk noktalara çıkarmıştı.
Mezarlığa vardığımda her şey normaldi. Taşlardaki yazılar normal, şekilleri dikdörtgendi.
Kulübenin olduğu yere kadar yürüdüm, bu sefer o bekçi yerinde yoktu. Her taraf karanlıktı, sadece ay ışığı mezarlığı aydınlatıyordu.
Birkaç dakika sağda solda dolaştım, bu fidanı nereye dikeceğimi bilemiyordum.
İleride bir ağaç sökülmüştü yerinden, koskoca bir ağaç olduğu anlaşılıyordu. Ağacın kökünün olduğu yerde kocaman çukur olmuştu.
Birileri bu ağacı sökmüş ve götürmüş, sadece ağaçtan geriye çukur kalmıştı.
Bu fidanı, bu çukura gömmek istiyordum sürekli. Küçücük fidanı, koskoca çukura nasıl gömecektim ki.
Aslından içimden bir ses, bu fidanı buradan söktün, tekrar buraya göm diyordu. Ama nasıl olur, bu fidan nasıl gömülecek buraya.
Poşetteki fidanı ve içindekileri çıkardım. Taş ve yaprak parçalarını çukurun içine boşaltım. Sonra çukurun içine girip, ellerimle fidanı gömmek için, çukur içine bir çukur daha kazmaya başladım.
Bu çukur, dikdörtgen biçiminde kazılmış, sağ alt tarafı oyulmuş bir çukurdu. (Ceset, kıble tarafına oyulmuş yerin içene yatırılır ve üstüne tahta dizilir. Merak etmeyin ölünce size de yapacaklar)
Bu oyuğun manasını o sıralar bilmiyordum tabi, sonradan öğrendim.
Toprak çok sertti, ellerim kanamıştı kazarken. En son gözlerimin karadığını hatırlıyorum.
Kendime geldiğimde ortalık hafiften aydınlanmıştı. Kafamı kaldırdığımda, çukurun başında yaşlı bir dedenin beni izlediğini gördüm. Hayırdır evladım, ne işin var orada dedi. Dün akşam kazıldı bu mezar, bu gün öğlen birini gömecekler.
Beynimden vurulmuşa döndüm, ne ellerimde kan, ne de önümde fidan vardı. Yaşlı dedenin yardımıyla çıktım mezardan.
Diyecek bir şey bulamadım, ne söyleyeceğimi bilemedim.
Gece içkiyi biraz fazla kaçırmışım herhalde dede, en son mezarlığın kenarındaki yoldan eve gidiyordum, sonra demek ki buraya düşüp sızmışım diyebildim.
Bu kadar aptalca yalana kimse inanmazdı elbet. Ama; olabilir evladım, ben daha nelerini gördüm dedi yaşlı ve bu mezarlığın gerçek bekçisi olan dede.
Müsaade isteyip hızla yanından ayrıldım. Üstüm başım hep çamur olmuştu, perişan haldeydim. Eve varana kadar güneş doğmuş, babam işe gitmek üzere kalkmıştı.
O saatte, eve o vaziyette varınca babam büyük bir şok yaşadı. Neredesin, bu halin ne diye çıkıştı doğal olarak.
Geveledim bir şeyler. Baba ben iyi değilim, beni hocalara götürün dedim.
Babamda annem gibi dine bağlı biri değildi. Tamam yarın bir psikologa götüreyim seni dedi.
Ertesi gün psikologa gittik, adam klasik olarak ankisayete tehşisi koydu. Verdiği ilaçlar arasında yeşil reçeteli ilaçlar filan vardı. İlaç tedavisine başlamıştım, en doğrusu bu olacaktı sanıyorum.
Sabah akşam bu ilaçları içmeye başladım. Dedikleri gibi acaba sadece psikolojik miydi bunlar. İlaçların verdiği etkiyle sadece uyuyordum, vakit ilerledikçe iyi gibiydim, iyileşiyordum herhalde.
Kafamı dağıtmak için annemlerle köye gittim o ay içinde. Köyde yeni bir ev yaptırıyorduk yerimiz, vs her şey hazırdı. Köy yerleri böyle olayların daha çok geçtiği bir yer, ama iyi geleceğini umuyorduk.
Artık psikolojik olduğunu varsayarak ailecek köye gittik. 1 Hafta orada kalacaktık.
![](https://img.wattpad.com/cover/110206373-288-k428676.jpg)