Hastanedeki ilk gecem evlere şenlikti. Başımda 2 nöbetçi, plastik bardakta çay, tuzsuz hastane yemekleri ve sigarasızlık beni delirtmek üzereydi.
Hadi her şeye tamam, hapishanede en kötü şartlara alıştığım için bunlar koymuyordu, ama o sigarasızlık yok mu sigarasızlık...
Cezaevinde sürekli birilerinden otlanabiliyordum, ancak burada benim sigaramı kim, nereden temin edecekti?
Askerlerden başka kimse yoktu, onun da bana bir faydası yoktu.
Bir kolumdan yatağıma kelepçelenmiş vaziyette, çivilendiğim yerden televizyon izlemek, belki ilk birkaç gün için güzel görünmüştü gözüme...
Telefon var mı?
Ney?
Telefon. Birini aramam gerekiyor.
Oturduğu yerde uyuklamakta olan asker, başını miskin hareketlerle kaldırıp "senin yüzünden burada nöbet tutuyoruz" der gibi baktıktan sonra, Yok dedi ve kestirip attı.
Aradan birkaç saat henüz geçmişti ki, kapı çaldı. Görevli içeri girip, Hastanın ziyaretçisi var dedi.
Tepemde nöbet bekleyen erbaş cevap verdi. Gözetim altındaki hastanın ziyaretçisi olmaz.
Arkadan çığlık çığlığa tanıdık bir ses geldi kulağıma. Siz de gözetim altında görüştürün o zaman kardeşim!
Bu sesin sahibi Sedeften başkası değildi. Kulaklarıma inanamıyordum.
Olmaz bacı, dön geri işimizi zorlaştırma.
Ya bırakın dedim! Bırak be kolumu!
Sedef kapıdaki askerden yakayı kurtarmış, içeri dalmıştı. Hemen yani başıma oturdu, kelepçeye bağlı elimi sıkı sıkı kavradı.
Birden ağlamaklı oldu, hıçkırıklar boğazında düğümlendi, gözyaşlarını zor tutuyordu.
Ağzındaki kelimeler, kendini sıkarak güçlükle çıkıyordu dışarı.
Seni çok özledim! Dedi fısıltı ve ağlamaklı ses tonu karışımı bir şekilde.
Bu manzarayı gören askerlerden biri dışarı çıktı, ötekisi de yavaşça kalkıp, odanın içinde bulunan lavaboya girdi, ama kapıyı açık bıraktı.
Sedef bunu fırsat bilerek hemen yüksek sesle konuşmaya başladı
Sen şimdi bu hastane yemeklerinden de bıkmışsındır! Börek yaptım sana ellerimle!
Çantasından bir kap börek çıkardıktan sonra sözlerine devam etti. Canın da çok sıkılır senin şimdi burada! Al sana en sevdiğin kitabı getirdim.
Sedef, hızlı hareketlerle kitabı ellerime tutuşturdu.
Asker: Haydi bacım yeter artık bu kadar! Zor durumda bırakıyorsun bizi!
Sedef üstünü başını toparladı. Son bir kere sarıldıktan sonra apar topar, anlamlı anlamlı bakarak cıktı.
Şaşkındım. Sedefin gelmesine ayrı, olanlara apayrı bir şaşkındım. Çünkü benim en sevdiğim kitap diye bir şey yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı.
Sedefi görmek mutlu etmişti beni, bu huzurla uykuya dalmışım...
Gözlerimi açtığımda vakit, seher vaktinden biraz evvelceydi. Hava aydınlanmak üzereydi. Odada benden başka biri yoktu. "lan tuvalete nasıl gidecem" dedim, kollarımdan biri yatağın demir borusuna kelepçeli vaziyetteyken.
Birden bir "çıt!" sesi duydum. Kolumdaki kelepçe açılıverdi. Hemen yerimden kalktım, kapıyı usulca açtım. Nöbet bekleyen kimse yoktu, koridorlar karanlıktı.
Nasıl ışık yanmaz hastanede, dedim. Usulca yürümeye başladım. Attığım her adım deli gibi yankı yapıyordu. O kadar sessiz ve boş görünüyordu ki her yer, lambaları nasıl yakacağımı bilmiyordum.
Hastane pencerelerinden sızan cılız ışık, zifiri karanlığı loş hale getirebiliyordu ancak.
Usulca merdivenlerden aşağıya indim. Aşağı katın da üst kattan bir farkı yoktu. Pencereden dışarı bakayım bari dedim.
Dışarıda bembeyaz bir giysi giymiş, otururken elindeki çubukla yeri eşeleyen ve başı önüne eğik olduğu için yüzü gözükmeyen biri hariç, kimsecikler yoktu.
Uzun olan saçları nedeniyle yüzü görünmeyen bu beyaz elbiseli kimse, elindeki çubukla zemindeki kumlara çarpı işareti çiziyordu.
İşin daha da garibi, bu kişinin oturduğu yerde normal şartlar altında, yuvarlak bir bahçe havuzu olması gerekiyordu.
Hastanenin bahçesinde teknolojiden eser yoktu, her yer çimlikti. Bizim askerlerin arabası da yoktu ortalıkta.
Şaşırmıştım. İstikametimi hastane çıkısı olarak belirledikten sonra adımlarımı hızlandırdım. Neler olup bittiğini anlamak istiyordum.
En alt kata indim. Bütün bilgisayarlar açık olduğu halde danışmada hiç kimse yoktu. Her yer tek kelimeyle bomboştu.
Ne bicim hastane lan burası, dedim kendi kendime. Acil de kapalı mı acaba? Yok artik?
Hızlı adımlarla gitmeyi bir kenara bırakıp, koşmaya başladım.
Hastane kapısına varır varmaz bahçeye bakmak istedim, ancak bahçe öteki tarafta kalmıştı. Kapıdan çıkıp bahçenin öbür tarafına dolaşmam gerekiyordu.
Elimi kapıya uzattım, kapı kilitliydi.
Lan ne oluyor! Dedim şaşkınlık içerisinde. Önce bir sağıma soluma baktım, sonra kapıyı tekmelemeye başladım, fakat işe yaramıyordu.
Kapının camını kırmaya karar verdim. Beni gören biri var mı diye arkama baktım önce, sonra tekmelemek için önümü döndüm ve döner dönmez kapının hemen önünde bembeyaz giyinmiş bir kadın, elini cama koymuş bana bakıyordu.
O çirkin suratlı kızın büyümüş hali gibiydi.
Hastanenin dört bir yanında son ses alarm çalmaya başladı. Arkama bakmadan kaçıyordum şimdi.
Zemin kattan birinci kata çıkar çıkmaz alarm sesleri, ses rengini koruyarak bebek ağlaması seslerine dönüştü. Bütün gücümle odama koşuyordum, tek arzum odama ulaşmaktı. Bunun için sadece bir kat daha çıkmam gerekiyordu.
Birinci kati ikinci kata bağlayan merdivenleri ikişer üçer atladım. Hemen odamı arıyordum. odamın numarası "103"tu.
91, 93, 95, 97... diğer odalar yan koridordaydı.
hemen diğer koridora saptım, 98, 100, 102.. tek numaralı odalar ciflerin karşısında olmalıydı. 99, 101... 101 numaradan sonra gelen odanın numarası sokulmuştu. kapısına tahtalar çarpı işareti seklinde çakılmış, mühürlenmişti..
Çaresiz koridorun sonundaki pencereye kadar koştum. Artik koşacak, kaçacak bir yer kalmamıştı.
Pencereden aşağı baktığımda, bütün bahçede koyunların otlamakta olduğunu gördüm. Kahverengi çoban kopeği ve az önce yere bir şeyler çizen kız koyunlarını güdüyordu simdi.
Başını usulca kaldırdı ve en başından beri o pencerede olduğumu biliyormuş gibi, her zamanki gibi başını yana yatırarak bana baktı.
Çınlama sesleriyle gözlerimi açtım. Yanımdaki asker çayını karıştırıyordu.