Kafamda, cevabını bulamadığım bir ton soru işareti vardı. Ne yapmalıyım, ne etmeliyim karar veremiyordum.
Yerde bir çift ayakkabı, bir tanede kanlı tshirt duruyordu. Bunlar Abdullah'a aitti, üzerindeki kanlarda, düşme esnasında olmuştu.
Herhalde yoldan geçen biri, Abdullah'ı alıp köye götürmüştür diye düşünüyor ve böyle olması için dua ediyordum.
Ama, yaşadığım onca şeylerle Abdullah'ın bir ilgisi var mı, yoksa sadece bir rastlantımı olduğuna, bir türlü karar veremiyordum.
Güneş iyici kendisini göstermişti. Şarjı bitmek üzere olan telefonumla son bir kez daha babamı aramayı denedim.
Nihayet telefon açıldı.
Neredesin lan sen, telefonuna bir türlü ulaşamıyoruz. Yan komşunun mobiletini çalıp götürmüşsün. Hemen getir mobileti dedi ve üstüne sövüp kapattı telefonu.
Mobileti ben çalmamıştım, oğlu almıştı babasının mobiletini. Tabi bunu söyleyemedim, suratıma kapatmıştı telefonu.
Tekrar aramaya istedim, ama telefonun şarjı bitti maalesef.
Yürümekten başka çarem yoktu, mobileti yol kenarına iyice çekip ve yerdeki malzemeleri alıp, yürümeye başladım köye doğru.
Ayaklarım yürümemek için isyan ediyordu. Sabaha kadar, ne olduğu belirsiz varlıklar tarafından koşturulmak zorunda kalmıştım. Ne dizlerimde derman, ne de vücudumda enerji kalmıştı.
Güç bele yürüdüm köye kadar.
Köyde hiç bir hareketlilik yoktu. Normalde bu saate canlı olması, hiç olmazsa 3-5 kişinin dışarıda bulunması gerekiyordu. Ama kimse yoktu.
Evin önüne kadar geldim. Dış kapıyı açıp içeri girdim. Kapıdaki işaret hala duruyordu.
Gözlerim uykudan kapanmak üzereydi, kendimden geçmiş bir vaziyetteydim. Yatmak için yatağımı arıyordum. Bir türlü bulamadım yatağımı.
Yahu bu evin içi nasıl değişmiş böyle dedim kendi kendime ve büyük bir hayranlık içinde.
Evin içinde eski bir masa ve yanında yatak. Masanın üzerinde de yanan bir tane mum ve mumun aydınlattığı eski bir kitap.
Burası bizim eve, benim yattığım odaya hiç benzemiyordu. Burası bana tanıdık geliyordu evet, ama nereden hatırladığımı bilemiyordum.
Odanın içi çok pis kokuyordu. Dayanılmaz bir şekilde pisti bu koku. Perdeler çekili olduğu için ışık girmiyordu içeri, açmaya bile üşeniyordum.
Duvarlarda çeşitli yazılar ve işaretler de vardı. Yerde bir tane kırık çerçeve ve yırtık fotoğraf. Yatağın üstünde de, üstüne kan bulaşmış bir tane pantolon.
Bu pantolon Abdullah'ınkine ne kadar çok benziyordu öyle. Onun olamazdı herhalde.
Daha fazla dayanamayıp attım kendimi yatağa. Zaten yarı baygın bir vaziyetteydim odanın içinde. Hemen uyumuşum.
Ne kadar uyudun bilmiyorum. Uyandığımda dinç ve kendimdeydim. Hemen yataktan doğrulup etrafı süzmeye başladım. Gözüm yerdeki çerçeveye takıldı.
Bu çerçevede bir resim vardı. İki kişinin bulunduğun ve renksiz olarak çekilmiş bir resimdi bu.
Yıllar önce çekilmiş, bayağı yıpranmış bir resimdi. Çerçeveyi elime alıp, mum ışığında iyice inceledim.
Bu iki kişiden biri Abdullah, diğer bu esrarengiz yaşlı adamdı... İşte o an kafam dank etmişti. Ben dedim... Ben neredeyim şimdi.
Perdeyi sıyırıp, camdan dışarı baktım. Her tarafta ağaçlar vardı. Burası bizim ev değildi. Burası kulübenin ta kendisiydi.
Masanın üstünde duran kitaba bile bakamadan attım kendimi dışarı.
Ormanın içinde dolandım durdum bir süre. Ağlama sesleri geliyordu ormanın içinden. Yönümü kaybetmiştim, çıkışın nerede kaldığını hatırlamıyorum.
Abdullah diye bağırdım var gücümle. Abdullah sen misin ağlayan kardeşim.
Bağırışlarım faydasızdı. Tüm sesler ağaçlardan sekip, yankı yapıyor, tekrar kulaklarıma tıkanıyordum.
Bu ağlama sesi, sanki iki adım ötemden gelir gibi oluyordu. Fakat sağımda solumda, ölümü anımsatan ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu.
Sanki her yaşadığım normaldi de, buna hayret ediyordum.
Nasıl olur da köye, evime gidecekken; yine bu kulübeye gelebilirdim. Adım gibi de emindim köye vardığıma ve evimin kapısından içeri girdiğime.
Var gücümle koşuyordum, nereye gideceğimi bilmeden. Geceden beri, tilki misali sürekli kürkçü dükkânına çıkıyordu yollarım.
Nasıl bir işin içindeydim Allah'ım. Nasıl bir oyundu, büyüydü, ya da sihir miydi bu. Ölmüşte Cehennem azabı mıydı bu.
Yarım yamalak imanımla, yalan yanlış ezberlediğim süreleri okuyarak koşuyordum.
Ya başını unutuyor, sonunu okuyordum. Ya da hiç aklıma gelmiyordu.
Köye varsam bile ne olacaktı ki, eve girsem yine kulübeden çıkacaktım.
Neyse ki köye vardım. En azından 3-5 tane insan görmüştüm köyün girişinde, gündelik işlerini yapıyorlardı. Bundan ötürü köye vardım diyordum, yoksa eminde değilim.
İlk işim köy kahvesine gitmekti. Sabah birçok kişi oraya gidecektir, orada olan kişilerle bu durumu tartışır konuşabilirim diye düşündüm. Hem de Abdullah geldi mi diye soracaktım.
Biraz acelece kahveye vardım. Kahveye girdiğimde selam verdim. İçeride 5 6 kişi vardı, ama kimse selamımı almadı. Yüzüme bile bakmıyorlardı.
Ne vardı lan ben de, tiksiniyorlar mıydı? Daha dün İstanbul'dan geldim diye herkes selam veriyor, saygı gösteriyordu.
Ya da mobileti çaldığımı zannettikleri için miydi bu tavırları.
Şeytan görmüş gibi oldular beni görünce ve öldürecek gibi bakıyorlardı bana.