5 Dakika kadar mobiletle gittikten sonra, mobileti yoldan çıkarıp, küçük fidanların arasına sakladık. Bu saatte yoldan gelip geçen olmazdı, ama yinede tedbirimizi aldık.
Artık yolumuza yürüyerek devam edecektik. Abdullah önde, ben arkada ormanın içine doğru girdik.
Aslında büyük olarak benim önden yürümem gerekirdi. Fakat bu çocukta, benden daha çok cesaret vardı.
Abdullah dedim, titreyen ve korkudan kısılan sesimle.
Korkmuyor musun?
Korkuyorum tabi abi. Buralar, belki bu köyüm, belki bu civarın en korkulacak yeridir. Fakat ben korkuya ve korkmaya alışkınım.
Nasıl alıştın Abdullah, sırrını bana da söyler misin, dedim. Merak içeren bir ses tonuyla.
Son 2 seneye kadar gece yarıları kâbuslar ile uyanıyor, garip şeyler görüyordum. Yemeden içmeden kesilmiş, hayattan zevk alamaz olmuştum.
Kaç kere intihar etmeye kalkıştım, sayısı belli değil.
Bir derdim, bir sıkıntım yoktu. Aşk acısı vs. şeylerde çekmiyordum. Fakat ne için intihar etmek istiyorum, neden ölmek istiyorum, bilmiyordum.
Gittiğim hocalar muska verip gönderdi, fakat pek faydası olmadı. 14 yaşında namaza ve ibadetlere başladım. Şuan iyiyim Allah'a şükür.
Abdullah'ın durumunun, bir zamanlar benden daha kötü olduğunu o an duymuştum.
Kimseye söyleme abi; ailem, gittiğimiz hocalar ve sadece sen biliyorsun.
Tamam kardeşim söylemem.
Ormanın ıssızlığına, uzaktan gelen hayvan sesleri de eklenince; kalbimin ritmi, üzerimdeki elbiseyi kımıldatacak kadar artmıştı.
5-10 dakikalık yürüyüşten sonra, kulübeyi uzaktan görmeye başladık. Kulübeyi gördüğümüz anda burnumuza, pis kokular gelmeye başlamıştı.
Etrafına hafiften ışık saçan kulübeyle aramızda, 70-80 metre mesafe vardı.
Tahta aralarından sızan ışıklara bakılırsa, içeriyi bir tane mum aydınlatıyordu. Işığın şiddeti bazen artıyor, bazen azalıyordu.
Usul ve korkak adımlarla yürümeye başladık. Yaşlaştıkça koku artıyor, dayanılmaz vaziyete çıkıyordu.
Leş kokusundan daha keskin ve daha iğrenç olan koku, kulübenin yanına yaklaştığımızda kesildi.
Şimdi kulübenin yanındaydık.
Tahtadan yapılmış, tek penceresi ve tek bacası olan ufak bir yerdi. Tahtası seyrek montelenmiş olan kulübenin içindeki ışık, dışarıya rahatça çıkabiliyordu.
Camı çatlamış olan kulübenin, penceresinde perde yoktu.
Abi dedi Abdullah, gayet kısık bir sesle.
Şimdi ne yapacağız.
Ayağa kalkıp, kendimi fark ettirmeden, kırık olan camdan içeriye baktım.
İçeride pek bir şey yoktu. Bir yatak, bir masa ve üzerinde duran mum ve mumun aydınlattığı eski bir kitap.
Yaşlı adam yoktu içeride. Fakat, mum ışığı ile hasıl olan gölgeler -neyin gölgesi oda belli değil- odanın içinde fink atıyordu.
Hareketli olan bu gölgelerin değişen şekilleri; bazen bir insana, bazen bir kuzuya ve yılana. Bazende şaha kalmış bir ata benziyordu. En son bu atın gölgesi vardı.
Neredeyse bir dakika kadar gözlemişim onları. Korkudan ve hayretten put gibi kalmışım, durduğum yerde.
Abdullah'ın bacağıma dokunmasıyla kendime gelebildim anca.
Ne var içeride abi, dedi Abdullah. Bu gördüğüm manzarayı, Abdullah'ın görmesi iyi olmazdı. Tekrar eski psikolojik sorunu nüks edebilirdi.
Bir şey yok kardeşim, hadi gidelim dedim. Daha fazla manalar çıkartıp, abartmaya gerek yoktu. Demek ki, dahada ileri gidip hattımızı ve haddimizi aşmak, bizim içim hayır değil, şer olacaktı.
Abdullah'ın kolundan tutup, pencereye bakmasına engel olacak vaziyette geri dönüp yürümeye başladık.
Ay ışığı arkamızda kalmıştı. Önümüzde iki gölde, arkasında biz, 20 saniye kadar yürüdük.
Bir anda gölgeler üçe çıktı. İkimizin gölgesi ve şaha kalmış bir atın gölgesi vardı önümüzde. Bu gölge, biraz önce kulübede en son gördüğüm gölgenin büyütülmüş haliydi.
Durduk hemen, arkaya dönmeye cesaret edemiyorduk. Gölgelerimiz sabitti, ama atın gölgesi hareket ediyor, şaha kalkmış ön ayaklarını hareket ettiriyordu.
İkimizde aynı anda arkamızı dönmüş bulunduk. Arkamızda at falan yoktu. Önümüzdeki gölgede kaybolmuştu.
Abdullah, koşalım abi, yoksa sonumuz hayır olmaz dedi. Koşmaya başladık.
Var gücümüzle koşmaya başladık. Koşuyorduk, fakat geldiğimiz yönü bulamadan rast gele bir yöne koşuyorduk.
Önümüzden atın gölgesi, arkamızda nal ve at kişneme sesleri vardı.
Durup arkamızı döndüğümüzde sesler kesiliyor, ama koşmaya başlayınca yine başlıyordu.
Ne kadar koştuk bilmiyorum, koşacak dermanımız kalmamıştı. Yere çöküp, bir taşın üstüne oturdum.
Sende otursana kardeşim, dedim. Hayretle ve korkuyla etrafı temaşa eden Abdullah'a...
Abi, burasının neresi olduğunu biliyor musun dedi. Korkmaktan dolayı dört açılan gözleriyle. Farkına varmadan mezarlığın içine girmişiz.
Burası, ormanın içindeki mezarlıktı. Ne zaman ve kimlere ait olduğu, kimse tarafından bilinmeyen bu mezarlık, insan mezarlığına pek benzemiyordu.
Aynı rüyada gördüğüm mezarlık gibi bazıları kuytu, bazıları tümsekti. Üçgen olanda vardı, yuvarlak olanda.
O an kalbim duracak gibi olmuştu, ama kalbim dursa da, ben orada duramazdım. Ben önde, Abdullah arkada koşmaya başladık.
Hızlandıkça gölgeler artıyor, nal ve kişneme sesleri kulağımızın zarını yırtacak derecede yükseliyordu.
Nihayet ormandan çıkmayı başardık. Sesler ve gölgeler kaybolmuştu. Ormanın sınırı, onlarında sınırıydı demek ki.
Nefesimiz kesilecek kadar yorulmuştuk, ama soluklanamayacak kadar da korkuyorduk. Hemen mobileti alıp yola çıkardık.
Mobilete binmeden son bir kez ormana, ormandaki o ıssız yere baktım. O yaşlı adam, yanında duran beyaz rengi atıyla bizi izliyordu.