İlk başta evim olarak gördüğüm, fakat hayalimde kulübe olan yerin yolunu tuttum. Artık o yeni yapılmış görüntüsü olan ev, çirkin ve rezil halini almıştı. Çünkü gerçeğin ne olduğunu öğrenmiş, gözümdeki o sis perdesi kalkmıştı.
Duvarlarının toprağı dökülmüş, el girecek kadar oyuklar açılmıştı. Harap vaziyetteki bu eve girmeyi bırak, yanından geçmeye bile çekiniyordu insan.
Köyün biraz dışında ve mezarlıkla iç içe olması, insanı fazlasıyla korkutuyordu.
Yirmi küsur senedir kimsenin girmediği, hayvanların bile girmeye çekindiği. Cinlerin ve Şeytanların mekânı haline gelmiş olan bu yerde, 1 hafta boyunca yaşamış ve işim bitene kadarda yaşamaya devam edecektim.
Aklımda, çekip evime, ailemin yanına gitmek vardı. Ama bu kadar haşir neşir olduğum bu muammayı çözmeden, burayı terk etmek istemiyordum.
Evin önüne geldiğinde, kapıdaki o kırmızı işaret boyasını arıyordum. Temizlenmemiş, ama çok eskiden kalma bir işaret olduğu belliydi.
Bu cepteydi, ilk ipucuydu. Böyle bir şeyin olduğunu artık biliyordum.
Eve girdiğimde fenerin pillerini değiştirdim, mum ışığını yaktım. Hava tam kararmamıştı, ama evdeki o kasvetin gitmesi lazımdı.
Evde var olan koku burnumun direğini kırmıştı. Dayanılmaz olan o koku, burnumda beynime, oradan da ruhuma işliyordu.
Muhtarın elime tutuşturduğu ekmek, börek tarzı yemeklerden biraz atıştırdım. Şimdi evi biraz araştırmalıydım.
Belli başlı renkli, renksiz fotoğrafları buldum ilk başta, o eski dolabın içinde. Mutlu bir aile tablosu sergilemişlerdi, fakat fotodaki insanların gözleri iğne tarzı bir şeyle delinmiş gibiydi. Bazıların arkasında da, anlam veremediğim harfler vardı.
Türkçe veya herhangi bir dil gibi değil, değişik yazılar gibiydi bunlar.
Resimleri bir kenara koyup, araştırmaya devam ettim.
Güneş iyice batmıştı.
Şimdi diğer odalara, yatakların altına bakacaktım. Diğer odalara geçiş yaptıkça derinden, çok derinden seslerin geldiğini hissettim. Tarifi imkânsız ve hiç bir şeye benzemeyen bu sesler, çok yüksek değil, ama çok derinden geliyordu.
Bu sesler pek korkutmuyordu beni, alışmış gibiydim, ama yine de ürperiyordu insan. Aldırış etmeden arayama devam ettim. Ne aradığımı da bilmeden.
Önümden bir şey geçer gibi oldu, sanki ışık hızında, sanki bir füze gibi. Rüzgârını bile hissetmiştim. Ne yapacağımı şaşırdım ilk başta.
Şimdi bağırsam, ağlasam ve korksam ne olacak. Ya deli diyecekler ya da sorunlu. Bu seslerden ve olaydan korkuyordum, fakat aldırış edemezdim.
Önümden geçen varlığın (ne olduğunu bilmiyorum) rüzgârıyla, havada iki takla atan bir kağıt parçası, tam ayağımın ucuna düştü. Yere eğildiğimde, bununda fotoğraf olduğunu anladım.
Fotoğrafı elime aldım, fenerin ışığını fotoğrafa doğru tuttum.
Fotoğrafı incelemeye başladığımda, köye doğru yaklaşan araba sesleri duydum. 2 3 tane araba geliyordu sanki, ilginç kornalarını çalarak.
Direk cama yöneldim, pek bir şey göremeyince dışarı çıkmak zorunda kalmıştım.
Muhtar ve birkaç köy ahalisi bu araçları karşıladı. Gelenler jandarmaydı ve muhtemelen benim için gelmişlerdi.
Kesin muhtar şikâyet etti beni, dedim içimden. Tekrar içeri girip, aramaya devam ettim. Belki bir kaç ipucu daha bulabilirdim.
Muhtar benim durduğum eve yönlendirdi onları. Jandarmalar hızlıca eve yaklaştılar beni almaya.
Fazla zamanım yoktu. Resmi elime aldım tekrar, bu durumu bir an önce çözmeliydim.
Ne hikmetse bir türlü göremiyordum resimde ne olduğunu. Sadece bir yazı vardı fotoğrafın arkasında, "beni buradan kurtar" yazıyordu.
Gözlerim kararmaya, bayılacak gibi olmaya başlamıştım. Son gücümle, resmi cebime koyabildim.
Kalbim sanki, boynumdaki damarlarda atıyordu. Ruhum bedende çıkacak gibi oluyordu. Çok kötü bir vaziyetteydim. Dizlerimin üstüne çökmüş, o vaziyette kalmıştım.
Jandarma kapıyı kırmak için 10 dakika kadar uğraştı. Kapı eski bir kapıydı ve kilitlide değildi. Niye bu kadar uğraştılar bilmiyorum.
Bir ara nefesim kesilmeye başladı, nefes almakta zorlanıyordum. Ölüm ile Yaşam arasında ince bir çizgi vardır, işte bu çizgi üzerinde yürüyor gibiydim.
Sonra boynumda atan, atar damar durdu. Nefesinde kesildi... O yürüdüğüm ince çizgiden, ölüm tarafına geçmeye başlamıştım herhalde.
Ölüm bu kadar basit miydi, ya da ölüm denen gerçeğin ilk aşaması mıydı bu.
Jandarmalar da eve girmişti güçte olsa, seslerini duyuyordum, yere yat filan diye bağırıyorlardı.
Bir asker yanıma gelip omzuma dokundu, bende sağ tarafıma doğru yere yıkıldım. Bilincin yerinde olmasa da, az çok hissedebiliyor, anlıyordum.
Başka bir asker nabzımı kontrol etti, komutanım nabız atmıyor.
Komutan, hemen ambulansı arayın filan diyerek askerlere emir verdi.
Neredeyse tüm köy halkı da toplanmış dışarıda bekliyordu. Ağlayanlar bile vardı, sesleri kulağımda yankılanıyordu, yani sezebiliyorum.
Yoksa öldüm de, ruhum bedenden mi çıkmıştı.
Bir asker direk kalp masajı yapmaya başladı. Kalbime bir müddet masaj yapıyor, daha sonra ağzımdan nefes veriyordu.
Kurtulacak mı diye sordu komutan, askere...
Zor diyebildi sadece.
Anlaşılan ölüyordum.
Nerede o melekler, beni karşılayacak olanlar, diye bağırmak geliyordu içimden, ama susuyordum.