Bölüm 1 - Part 2
Asansöre girip, başıyla selam verdi. Mr. Karizmanın asansöre binmesi ile bellboy, biraz kayarak adama yer vermişti. Aslında geniş olan asansörde yer olmasına rağmen neden böyle bir şey yaptığını anlayamadım. Kaşlarım havaya kalkık bir şekilde bir süre baktıktan sonra kafamı tekrar önüme çevirdim. Birazdan dananın kuyruğu kopacaktı ve ben oldukça stresliydim. Ellerim soğuk soğuk terliyordu, ayaklarım da üşümeye başlamıştı. Dizlerim tutmuyordu adeta. Kalbim yerinden çıkacak gibi atarken, yüzümdeki ifadeyi stabil tutmaya çalışsam da vücudumda değişen kan akışı, kalp atışlarımın sayesinde stabil tutamıyordum. Sinirlendiğim zaman, strese girdiğim zaman, üzüldüğüm zaman, korktuğum zaman bu durum ortaya çıkıyordu. Ve ben bu durumu kontrol altına alabilmek için kimi zaman ona kadar sayıyordum, kimi zaman kafamdan şarkı sözleri geçiriyordum, kimi zaman dans hareketlerini zihnimde canlandırıyordum ve kimi zamanda okumuş olduğum bir şiiri veya romandan bir sahneyi zihnimden geçiriyordum. O zamanlar daha sakin oluyordum ve kendimi daha kolay kontrol edebiliyordum.
Asansör durduğunda öten ses ile roofa geldiğimizi anladım. Derin bir nefes aldıktan sonra geçenlerde dinlediğim şarkının sözlerini aklıma getirmeye çalışıyordum. Lacivert takımlı yakışıklının elini uzatarak bana yol vermesi ile kendimi biraz da olsa toparlamaya çalıştım.
"Teşekkür ederim." sesim kedi miyavlaması gibi çıkmış olsa da bunu umursamayarak asansörden çıktım ve derim nefes aldım. İçeride çalan klasik müziğin sesi dışarı geliyordu. Klasik müziğin yanı sıra içeride ki konukların sohbet sesleri de geliyordu. Ve ben bu sesleri duydukça daha da stres oluyordum. Ellerimi kaldırıp baktığımda aşırı heyecan ve stresten titriyordu. Titremesini durdurmam lazımdı, mimiklerimi stabil tutmam lazımdı yoksa daha başlamadan kaybederdim. Ve benim bu kaybetmeye asla tahammülüm yok! Yüzmüş yüzmüş ve kuyruğuna gelmiştim. Derin derin nefesler aldıktan sonra; kafamdan geçenlerde dinlediğim bir şarkıyı geçirerek rahatlamaya çalışıyordum.
Ben kendimi böyle hiç sevmedim
Yalnızlıktan çırılçıplak
Ben seni hiç sevmemiştim
Gideceksin diye korkarak
Hangimiz bir parçasını bırakıp gidecek diğeri uyurken
Peki ya hangimizin son sözü olacak diğerinin adı
Yapayalnız ölürken
Sanırım önce ben gidemem
Ah! Tam da toplanmalık şarkı değil mi? Aptal kafam aptal! Söyleyecek başka şarkı bulamayıp da bu şarkıyı bulmuştum. Neyse en azından kendime kızarak da şu anki stresimi, tedirginliğimi götürmüştüm. Bu da iyi! Evet şimdi sakin oluyorsun kızım ve gidip herkese gününü gösteriyorsun! Sen yapabilirsen bunu! Tam bir yıldır bunun için uğraşıyorsun! Başarırsın! Hah kendimi de gaza getirdiğime göre kesin yaparım artık!
Huh! Kendimi İstanbul'u yeniden fethedecek kadar güçlü hissediyorum! Hazırım, yapmalıyım, yapabilirim, yapacağım! Bir yıldır bunun içen emek harcıyorsun, bir yıldır bu günü bekliyorsun, bugün senin küllerinden doğma günün! Bugün senin kalbini kıran, canını yakan herkesin canını yakma günün! Bugün acılarının dendiği bir gün! Sen neler atlatmadın ki bunu da yapamayasın değil mi? Aynen öyle! Ben neler atlattım, neler! Bununda altından kalkarım!
Uzunca süredir beklediğim asansörün önünden ayrılıp salona usul usul gitmeye başladım. Kapıya yaklaştıkça salonda çalan klasik müziğin desibeli gittikçe daha da yükseliyordu. Salonun dışına gelse de boğuk ve kilometrelerce uzaktan geliyormuş gibiydi. Ama yaklaştıkça da notaların oluşturduğu armoni, ruhunu okşuyor, insanı başka bir dünyaya götürüyordu beni. Vivaldi'nin Four Seasons konçertosu ile yüzümde istihzalı bir gülümseme oluşturdu. Bu konçertoyu seviyordum, ortaokul ve lise zamanlarında ders çalışırken dinliyordum. Genel olarak ders çalışırken sözlü müzikler dinliyordum ve teyzem kafamın karışacağını söyleyip, bana kızıyordu. Bir gün teyzem Vivaldi'nin bu konçertosu açmış ve bana dinletmişti. O ilk dinlediğim günden sonra, besteyi dinlerken ruhumun rahatladığını, zihnimde garip bir huzur ve dinginliğin olduğunu fark ettiğim günden beri dinlemeye devam ettim. Bu konçertonun az bilinen bir özelliği de; eser bir şiir üzerine yazılmış olup her tema bir olayı veya canlıyı anlatmaktadır. Bu durum 20. yüzyılın başında Vivaldi'nin el yazmaları bulununca açığa çıkmıştır. Maalesef ki bu temaların "avcıların kovaladığı ceylan", "buzda kayan adam", "saka kuşu", "pınarların fışkırması" gibi isimlerinin olduğu çok az bilinmektedir. Konçerto hakkında bir diğer az bilinen bilgi ise Vivaldi'nin sara hastası olması nedeniyle en çok zorlandığı mevsim olan yaz ayının ve bitmesini hiç istemediği kış aylarının temalarını hüzünlü bir ezgi olan Minör ezgiyle yazmış olmasıdır. İçinde bulunduğumuz inişli çıkışlı dereceleriyle insanın ne giyeceğini kestiremediği Sonbahar bölümü Fa Major tondadır. "Köylülerin dansı ve şarkısı" başlıklı 4/4'lük ölçüde ve çabuk tempodaki ilk bölüm, ürünü kurtaran köylülerin sevincini anlatır; solo keman içkiden sarhoş olanların yürüyüşünü akrobatik hareketlerle çizer. 2. bölümde 3/4'lük ölçüdeki oldukça ağır tempoda "Şarkı ve danslar bitmiştir. Hava sakin ve güzeldir. Ve mevsim onları kendinden geçmiş gibi uykuya çağırır." 3/8'lik ölçüde, çabuk tempodaki 3. bölümde ise "Gün ağarırken avcılar boruları, tüfek ve köpekleriyle ava çıkar, kaçan hayvanı sürerler. Tüfek ve köpeklerin çılgın seslerinden ürken sinirli hayvan yaralanır ve kaçmayı dener ama ölür" şeklinde anlatmaktadır. Konçertoyu dinledikten kısa bir süre sonra bu hikayeyi öğrenmiş, dahada etkilenmiştim. Ders çalışırken dinlememin yanı sıra, odaklanmak istediğim anlarda, ağlamak istediğim anlarda da dinlerdim. Ta ki başıma gelen o talihsiz olaya kadar. O olaydan sonra bir süre dinleyememiştim... Teyzem terapi olması için Vivaldi'yi tekrar dinletmişti. 14 yıl önce teyzem sayesinde keşfettiğim, sevdiğim, bana huzur veren bu konçertodan 14 yıl sonra nefret etmeye başlamış, duymaya tahammülüm dahi yoktu! Yaşadığım o kötü olayda dahi bu duyguları hissetmemiştim, bu konçertodan bu kadar nefret etmemiştim ben...
Salonun içine doğru her adım atışımda kalbim ağzımda atsa da omuzlarım ve başım dik, öz güvenim tavan yapmış gibi ilerledim salona. Sahneye 4 - 5 metre uzaklıkta, orta kısımlarda bulunan bir masaya oturdum. Etrafta 6 kişilik, yuvarlak masalar vardı. Kimi masalar tamamen doluydu, kimi masalarda 2 - 3 kişi oturuyordu, kimi masa da boştu. En önde sahnenin tam iki çaprazında 20 kişilik bir masa vardı ve o masalardan biri tamamen dolmuş, diğeri yarım dolmuştu; sadece birkaç boş sandalye vardı. O masaların kimin olduğu belli tabii! Sağ çaprazda bulunan ve birkaç boş sandalyesi olan masa; şirketin sahiplerine ve ailesine aitti. Sol taraftaki dolu masa ise; şirketin Yönetim ve Genel Kurul üyelerine aitti. Oturduğum masadan her iki tarafı da rahatça görebiliyordum. Geniş salonda saymaya üşendiğim kadar fazla masa vardı. Masalar beyaz örtüler ile kaplanmış, ve her tabağın altında turkuaz renkte altlık, turkuaz peçeteler, turkuaz - beyaz çiçekler ve sandalyede bulunan kurdeleler de turkuaz rengindeydi. Oturduğum masaya yabancı birinin oturması ile rahatsızca yerimde kıpırdasam da hiçbir şey söylemedim. Biraz sonra tanıdığım bir yüz görünce yüzümde hafifte olsa bir gülümseme oluştu. Yanıma gelecekken önünde duran birkaç kişi ile durmak zorunda kaldı. Onun durması ile oturduğum sandalyeden kalkıp lavaboya ilerledim. Şu günlerde fazlasıyla tuvalet ihtiyacı hissediyordum.
Lavaboya girip, boş kabinlerden birine kendimi zor attım. İşim bittiğinde kabinin kapısını açacaktım ki, duyduğum tanıdık ses ile elimi kapıdan çektim ve klozetin kapağını kapatıp üzerine çıktım. Obsesif takıntılarım yüzünden genellikle böyle yerlerde oturamam. Şu an bile fazlasıyla tiksinti ve rahatsızlık duyuyorum, bu durumda olmaktan. Eskiden çalıştığım şirketin asistanının sesiydi. Asistan kız dedikoduyu sevdiği için nerede boşluk bulursa orada dedikodu yapardı. Bu huyundan oldukça nefret ediyordum. Kendisi yaptıkları yetmiyormuş gibi beni de katmaya çalışıyordu aralarına ama dedikodudan nefret eden ben, asla böyle şeylere alet olmamayı tercih ediyorum. Çünkü dedikodunun bir insanın hayatını nasıl mahvedebileceğini görmüş biri olarak insanlarla samimi ilişki kursam da onlara hakkımda bir şeyler söylemeyi sevmiyordum. Onlar bunu dikkat çekmek ve cool olmaya çalışmak için yaptığımı düşünseler de bunu umursamıyordum. Çünkü ben onların dediği gibi cool olmaya çalışmıyordum ya da dikkat çekmek istemiyordum.
Ortaokul üçüncü sınıftaydım ve okuldan eve dönüyordum. Her zaman yaptığım gibi sallana sallana gidiyordum evden. Genellikle yorulduğum ve eşek ölüsü varmış gibi ağırlıkta bir çanta taşıdığım için tempolu yürümek yerine sallana sallana gidiyordum eve. Bizim sokağa adım atmıştım ki karşı apartmanımızda oturan Hakkı amcanın Hazal ablayı saçından yerlerde sürükleyerek apartmandan çıkarıyordu. Hakkı amca oldukça iyi bir adamdı. Mahalledeki diğer amcaların aksine biz çocuklar gürültü yapsak da, ekili bahçelerine top kaçırsak da bize kızmaz hatta bizi korurdu. Hazal ablayı da çok severdi. Hazal ablanında tıpkı benim gibi annesi yoktu. Ama babası vardı. Benimse ne annem ne de babam vardı. Ben 3 yaşındayken olan deprem yüzünden enkazın altında kalmışlar ve kurtulamamışlar. Mucize ki ben ölmemişim ve teyzem beni evlatlık almıştı. Depremde kocasını kaybettikten sonra psikolojisi alt üst olmuş. Teyzem evde olmadığı için o zaman enkaz altında kalmamış ve kaybettiği kocası ve oğlu yüzünden acısı varken, bir de kız kardeşini, eniştesini ve yeğenini de kaybettiğini öğrenince bünyesi kaldıramamış ve olduğu yere yığılmış. O telaşe de hastaneye kaldırılmış. Hastane de birkaç gün kalan teyzem; kendi kocasını ve oğlunu toprağa emanet ettikten sonra, annem ve babam için gelmiş. Anne ve babamın cansız bedenlerinin yanında benim olmadığımı fark edince yetkililere söylemiş ve ben beş günün sonunda o enkazdan sadece alnımda bulunan çizgi ile kurtulmuştum. Her neyse konumuzu dağıtmayalım biz. Hazal abla da benim gibi öksüzgillerden. Annesizliğin eksikliğini hissetmiş fakat baba sevgisinden yana bolca şımartılmış biriydi. Allah şahit bir kere bile Hazal ablanın babasını üzdüğünü görmemiştim. Babasını üzmemek için adımlarını dikkatli atan biriydi. Hatta sırf babası istiyor diye liseyi sağlık meslek lisesinde okumuştu. Şimdi bu durumun olması beni hem korkutuyor, hem de Hazal abla için endişelendiriyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUHÂ
Aktuelle Literatur|YETİŞKİN İÇERİK| "Uyandın mı minik ninjam?" diyen boğuk ses ile kapalı gözlerimi hızla açtım ve yine arkamı dönmeye çalıştım. "Ninjam?" diyen o boğuk ses ile gözlerimi kapattım ve kollarımın altında olan kollarına, kollarımı doladım. Bu sesleniş b...