"In My Beginning Is My End"

381 23 2
                                    

“And we all go with them, into the silent
funeral,
Nobody's funeral, for there is no one to
bury.
I said to my soul, be still, and let the
dark come upon you

So the darkness shall be the light, and
the stillness the dancing
...
And what you do not know is the only
thing you know
And what you own is what you do not
own
And where you are is where you are not”


1 AY SONRA

Açık bıraktığım saçlarım ve güneş gözlüğüm yüzümdeki heyecanı saklayabilir miydi emin değildim. Evden çıkmadan önce defalarca ıslattığım yanaklarımdan süzülen su damlacıkları göğsüme doğru ilerlerken gömleğimden bir düğme daha açtım. Soğuk parmaklarımın altında belli belirsiz kalp atışımı hissettim. Geç kalmadığımdan emin olmak için telefonumun saatine baktım üçüncü kez. Burnumdan derin bir nefes aldım yavaşça. Telefonumu çantama yerleştirip aracın kapısını açan siyah takım elbiseli adama başımla selam verdim. Gözlüklerimin ardından etrafa hızlıca göz attım arabaya binerken. Dakikaları saymaya başladım.

Vincent’ın gözcüleri bir sinir krizi sonrası kendimi uykuya verdiğimi sanarken biz rehabilitasyon merkezine giriş yaptık. Büyük bir titizlik ve gizlilikle içeri sokuldum. Özel bir asansör ile yukarı çıktık. Fazla steril, beyaz bir koridorda yedi kapının önünden geçtikten sonra sekizinci kapıda durduk. Siyah takım elbiseli adam sekizinci kapıyı açarak daha steril, daha beyaz bir oda ile karşı karşıya bıraktı beni. Bu oda boştu. Tereddüt ederek içeri adım attım. Neden boş bir odaya getirildiğimi sormak üzereyken boy aynasının arkasında başka bir kapı olduğunu fark ettim. O kapı da boş bir odaya açılıyordu. Ama bu oda, kırmızı bir halının altında yeni bir gizli odanın girişini saklıyordu. Aşağı indik. Burası en az yukarısı kadar beyaz ve sterildi. Tıpkı yukardaki gibi bir koridora sahipti. Koridorun sonunda tek bir kapı vardı. Bana eşlik edenler o kapıyı benim için açmadılar bu defa. Çok fazla vaktimizin olmadığını söylediler. Koridorun sonuna benimle birlikte yürümediler. Kapının koluna uzandığımda yalnızdım.

Beyaz, steril ve boş bir odaya açılmadı kapı. Duvarları baştan aşağı not kağıtlarıyla, gazete küpürleriyle dolu, koyu renk eşyalarla dekore edilmiş kasvetli, nedensizce huzurlu bir odaydı burası. Tanıdıktı. Güvenliydi. Içeri adımımı atar atmaz iyi hissetmiştim. Yukarısı donuk ve cansızdı. Kapının ardındaki koridor donuk ve cansızdı. Ama bu odanın bir ruhu vardı. Sanırım sebebini biliyordum. Sebebi karşımdaydı. Sebebi beni gördüğü an dünyanın en güzel gülümsemesi ile kısılan bir çift kahverengi gözdü. Sebebi Gediz'di.

Çantam parmaklarımın arasından kayarak yere düştü ama ben gözlerimi onun gülümsemesinden ayıramadım. Kalbim bir ay sonra ona bu kadar yakın olmanın verdiği heyecanla kendini kaybetti adeta. Aynı anda birbirimize yürüdük. Sabırsız adımlar bizi sımsıkı bir kucaklaşmaya götürdü. Kokusu burnuma çarpar çarpmaz gözlerim doldu. Bir aydır dışarda yaşadığım yalan hayatın omuzlarımdaki parmak izleri onun dokunuşları ile siliniyordu. Dudaklarım yüzünün her bir  santiminde dolaşıp en son dudaklarını bulurken onun elleri gömleğimin düğmelerindeydi. Aceleyle, özlemle, nefes nefese tutunduk birbirimize. Hayata dönmek gibiydi. Yeniden Nare olmak gibiydi. Gerçekti. Bir ay sonra hissettiğim en gerçek şeydi.

BEFORE

Sorgu odasındaki histerik kahkahalarımdan sonra apar topar ofise benzer bir odaya götürüldüğümde aklımdan hiçbir şey geçmiyordu. Beklememi söylediklerinde bekledim. Neyi beklediğimi bilmeden bekledim. Birkaç dakika sonra aynı adamlar Gediz'i de getirdiler. O da ne olduğunu bilmiyordu. Ne olduğu ile ilgilenmiyordu demek daha doğru olur belki de. Hâlâ şoktaydı. Yanıma oturdu ama bana bakmadı. Dizlerinin üzerindeki ellerine baktı. Beş dakika kadar daha bekledik. Içeri kıvırcık saçları disiplinli bir topuz ile kontrol altına alınmış, dedektif olduğunu düşündüğüm, otuzlarının ortalarında görünen siyah bir kadın girdi. Ama dedektif değildi.  Ceketinin cebinden bir kimlik çıkardı. Boynumu uzatıp kimliği inceledim. Okuduğumu doğru anladığımdan emin olamadım.

“CIA?”

CIA'in bizimle ne işi olabilirdi ki? Arkama yaslanıp bir açıklama beklerken içeri başka biri girdi. Bir açıklama beklediğimizi sözlü olarak dile getirmek üzereydim ki içeri giren kadın ile göz göze geldim. Sıcak bir yaz gününü anımsadım. Bir bahçe. Şık bir sofra. Limonataya karışan buz küpleri. Iki kadının neşe dolu kahkahaları kulaklarımda çınladı. Biri annem, diğeri ise karşımda dikilen kadının yirmi yıl kadar önceki hali. Bu kadını tanıyordum.

“Wait… Rachel? Rachel is that you?”

“Hi Nare.”

“Tanıyor musun?” diye sordu Gediz.

“Annemin… annemin arkadaşıydı.” Rachel'a döndüm tekrar. “You're… sen… CIA ajanısın? Nasıl…”

Rachel bana cevap vermeden önce yanındaki kadına “I've got this,” dedi özgüvenli ve otoriter bir ses tonuyla. O da başını sallayarak odayı terk etti, bizi yalnız bıraktı.

“Bunları sonra konuşalım mı? Bugün burda olmanızın başka bir nedeni var.”

“Ne oluyor? Neyle suçlanıyoruz?”

“Bir şeyle suçlanmıyorsunuz.”

“Niye burdayız o halde? Sizin asıl suçlunun peşine düşmeniz gerekmiyor mu? Vincent. Her şeyi o yaptı. Kim olduğunu biliyor musunuz?”

“Biliyoruz,” diye cevap verdi Rachel tepkisizce.

“Biliyorsunuz. Peki.” Sakinleşmeye çalıştım. Ellerim gergince saçlarımın arasında gezdi. “Peki bizden ne istiyorsunuz?”

“İş birliği.”

Gediz şüpheyle Rachel'a baktı. “İş birliği?”

“Şu an bunları konuşmaya hazır olmadığınızı görebiliyorum ama kaybederek zamanımız yok. O yüzden-"

“Ne istiyorsunuz?”

“We are gonna take the boy club down and you two are gonna help us.”

“Boy club…” diye mırıldandım. Ve dank etti. “Cunicularium’un varlığından haberiniz var yani? Doğru mu anlıyorum?”

“Tabii ki var.”

“Bu zamana kadar var olmalarına izin verdiniz? Öyle mi? Her şeyi… her şeyi biliyordunuz? Yine de sustunuz? Hiçbir şey yapmadınız? Niye şimdi yok etmek istiyorsunuz? Ne değişti?”

“Çıkar çatışması diyelim.”

“Çıkar çatışması… Tamam. Öyle diyelim. Çıkar çatışması diyelim…” Kendi kendime güldüm.

“Bak Nare, Cunicularium gibi oluşumlar dünyanın her yerinde, devletlerin bilgisi dahilinde varlıklarını sürdürüyorlar. Buna şaşıracak kadar naif olamazsın herhalde."

“Haklısın. Evet. Peki, anladım. Devletler bu insanlarla iş yapıyor. Bu yüzden bu kadar güçlüler. Hangi ülkeye giderlerse gitsinler güvendeler. Size istediğinizi verdikleri sürece onları görmezden geliyorsunuz. Gerektiğinde işledikleri suçların üstünü örtüyorsunuz. Herkes kazanıyor. Her şey kazanmak üstüne kurulu. Hep öyleydi. Haklısın.”

“Siyaset ahlak kurallarına göre oyun kurmaz. Doğrular ve yanlışlar yerine güçlüler ve güçsüzler konuşulur. Çünkü gerçek bu. Doğru ya da yanlış diye bir şey yok aslında. Iki veya kötü yok. Bizim yarattığımız, gerektiğinde eğip bükebildiğimiz, farklı durumlara uyarlayabildiğimiz kavramlar bunlar. Kötüyü yaratmadan iyiyi oynayamazsın.”

“Anladım.”

“Baban…” Rachel Gediz'e baktı göz ucuyla. “Bunu iyi biliyordu.”

“Babam…” Gediz ayaklandı. “Babamdan nefret ettiğimi, onun gibi bir adam olmakla ilgilenmediğimi söylemiş miydim? Şimdi öğrendiniz.”

“Dur, sakin ol. Otur. Senden baban gibi bir adam olmanı falan istemiyoruz. Eğer dinlersen-"

“Ya dinlemek istemiyorsam? Ablam öldü benim.” Gediz elini kapının koluna attı.

“Biliyorum, ben de bu yüzden dinlemelisin diyorum. Ablanın intikamını almak istemiyor musun? Hem Vincent dışarda olduğu sürece Nare de kızınız da güvende değil. Biliyorsun.”

“Ne yapacaksınız bu konuda? Hapse mi tıkacaksınız o psikopatı?”

“Sen ne yapmak istiyorsun?”

“Ölmesini istiyorum,” dedi Gediz buz gibi bir sesle. Yadırgamadım. Birkaç ay önce olsa böyle bir cümle kurmasını kabul edemezdim. Böyle bir cümle kurulabileceğine de asla inanmazdım. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Biz de eskisi gibi değildik. Doğrularımız değişiyordu. Ya da Rachel'ın dediği gibi, doğrunun ya da yanlışın bir anlamı kalmamıştı artık. Ne doğru kalmıştı geriye ne de yanlış. Önceden ötesine geçmeyi tercih etmeyeceğimiz çizgiler vardı. Yıkamayacağımız duvarlar, esnetemeyeceğimiz kurallar… Şimdi o çizgileri göremiyorduk. En başında orda mıydı çizgiler, ondan bile emin olamıyorduk artık. Ne önemi vardı ki?

Rachel gülümsedi. “Güzel. Biz de aynı şeyi istiyoruz.”

“Anlamadım?”

“Vincent'ın da Cunicularium’un da süresi doldu artık. Birbirimize yardım edersek, korkmadan yaşayabileceğiniz bir hayatınız olur. Istemez misin?”

Gediz tereddüt etse de yanıma döndü, oturdu. “Cunicularium’u bitirmek istiyorsunuz?”

“Evet.”

“Neden yapmıyorsunuz o zaman? Koskoca CIA bizden mi yardım istiyor gerçekten? Neden? Neden biz?”

“Çünkü siz Vincent'ın kör noktasısınız. Cunicularium’un arkasında çok daha köklü bir yapı var. Bu yapı dünyanın her yerinde, her sistemin içine sızmış durumda. Cunicularium ile ilgili bir operasyon düzenlemeye kalktığımızda-"

“Ne yapacağınızı önceden biliyorlar. Birileri haber veriyor,” diye tamamladım cümlesini.

“Öyle de diyebiliriz.”

“Şimdi anladım. Tetiği çeken siz olamazsınız bu yüzden bizim yapmamızı istiyorsunuz.”

“Amerikan devletinin adı tabii ki böyle bir operasyonda geçemez. Geçmeyecek de. Ihtiyacınız olan her şeyi biz size sağlayacağız. Her adımda yanınızda olacağız. Sizi ve sevdiklerinizi koruyacağız. Ama onların ipini çeken siz olacaksınız Gediz, evet. Zaten sizin de ıstediğiniz bu değil mi?”

“Devam et.”

“Yılın belli dönemlerinde Tea Party adı altında özel davetler düzenlediklerini biliyorsunuz zaten. Her sene aynı tarihlerde buluşuyorlar ama mekan bilgisini son derece gizli tutuyorlar. Her seferinde buluşma yeri değişiyor. Bizim öncelikle sizden istediğimiz en yakın tarihteki buluşmalarının yerini tespit etmemize yardımcı olmanız.”

“Nasıl yapacağız bunu?”

“Ilk adım olarak, ayrılacaksınız.”

“Neden, konunun bizim ilişkimizle ne alakası var?” diye isyan etmekten kendimi alamadım.

“Son yaşananlardan sonra Vincent ikinizi de yakın takibe alacaktır. Sizden dağılmanıza bekleyecek. Duygularınızla hareket etmenizi, paramparça olmanızı bekleyecek. Siz de ona bunu vereceksiniz. Size gerçekten ayrılın demiyorum. Ayrılmış gibi yapın diyorum. Iki hafta kadar bir süre ayrılığınıza giden yolu çizeceksiniz. Kavgalar, aranızın açıldığını düşünmelerine sebep olacak şeyler. Her şey gerçekçi olmalı. Şüphe uyandırmamalısınız.”

“Sonra?”

“Sonra sizi izlediklerinden emin olduğumuz bir yerde ayrılık konuşmanızı yapacaksınız. Gediz, sen ablanın ölümü için Nare'yi suçlayabilirsin. Ayrılmanızın temel nedeni olarak bunu kullanabiliriz.”

“Ben böyle bir şey yapamam.”

“Senden ciddi ciddi Nare'yi suçlamanı istemiyoruz zaten, sadece-"

“Anladım. Mış gibi yapın diyorsunuz ama sonuçta o cümleleri benim ağzımdan duyacak. Yalan bile olsa ben Nare’yi suçlayamam.”

“Bak şöyle yapalım. Ayrılık metninizi biz hazırlayalım. Isterseniz ezberlersiniz ya da kulaklık ile biz sizi yönlendiririz. Ne dersin? Kurduğun cümleler sana ait olmayacak. Nare'nin alınacağını sanmıyorum.”

“Yapabiliriz Gediz. Sorun yok. Senin beni suçlamadığını, suçlamayacağını biliyorum.”

Kısa bir sessizlikten sonra Gediz Rachel'dan devam etmesini istedi.

“Gediz, sen bir süre Bir rehabilitasyon merkezinde kalacaksın. Psikolojinin tamamen çöktüğünü, kendinde olmadığını düşünecekler. Nare de bu imajı dışarda devam ettirecek. Aşk acısı çeken, her şeyini kaybetmiş bir kadını oynayacaksın Nare. Çok fazla şey yaşadın. Çok fazla insan kaybettin. Gediz'i kaybetmek bardağı taşıran son damla oldu ve eski günlerine döndün falan filan. Intihara meyilli, ruh hali bozuk, çektiği acı yüzünden etrafa saldıran bir Nare görmesini istiyoruz Vincent'ın. Onu inandırabilirsin. Geçmişini kullan… Tabii bunu seni kırmak için söylemedim. Klinik depresyon, travma sonrası stres bozukluğu ile yaşadığın için-"

“Sorun değil Rachel, anlıyorum. Alınmadım. Delirmemi istiyorsunuz. Peki. Ya Gediz? Gerçekten bir rehabilitasyon merkezine mi yatacak?”

“Dışardan öyle görünecek. Ama biz her şeyi ayarlayacağız. Ev hapsi gibi düşün. Onun için hazırladığımız odada kalacak. Sen sana düşen göreni yerine getirene kadar.”

“Tam olarak ne yapacağım?”

“Onlarla uğraşacaksın. Dikkat çekmeni, olabildiğince ses çıkarmanı istiyoruz aslında.”

“Çünkü?”

“Çünkü o zaman Vincent'ı Cunicularium’un başına getirenler ondan seni öldürmesini isteyecekler. Sen onun zaafısın. Onlar bunu biliyor. Bu bir sadakat testi olacak. Hizmet ettiği amaç uğruna zaafını feda edip edemeyeceğini test edecekler. Vincent bir narsist. Sana ne kadar takıntılı olsa da günün sonunda kendini seçecektir. Yani seni öldürmeyi kabul edecek.”

“Görevim kendimi öldürtmeye çalışmak mı?”

“Hem evet hem hayır. Bu insanlar şov yapmayı, mesaj vermeyi, gösterişi seviyor. Gizlilik kuralları, kostümler, maskeler, özel dövmeler, sembolik sayılar… Bu yüzden Vincent’tan seni bir Tea Party gecesinde öldürmesini isteyeceklerini düşünüyoruz.”

“Düşünüyorsunuz? Emin değilsiniz?” Gediz plana karşı hala mesafeliydi.

“Vincent'ı da patronlarını da yıllardır inceleyen, analiz eden bir ekibimiz var. Hamlelerini tahmin edebiliyoruz. Bize güvenin.”
“Sanırım başka çaremiz de yok.”

Gözlerim Cassandra’nın bilekliğine kaydı. Üzerinde hala kan izleri vardı. Ne kadar yıkadıysam da bir türlü çıkaramamıştım lekeyi. İçim öfkeyle doldu. Bu savaşı kökten bitirebilecek bir şeye ihtiyacımız olduğunun farkındaydım. Parmaklarım bilekliği üzerine kapandı. “Devam et lütfen.”

“Vincent Cunicularium’u yöneten kişiydi bu zamana kadar. Kırmızı odalarda cinayet işleyen adamlardan değildi. Kendi sattığı malı kullanmayan uyuşturucu satıcısı gibiydi. Üyelerden bir farkı vardı. Ama şimdi ondan ellerini gerçekten kirletmesini isteyecekler. Buluşma gecesi üyeler için hazırlanan kızlar o geceden tam sekiz gün önce kaçırılıyor, mekana getiriliyor. Vincent'a seni öldürmesi için emir geldiğinde buluşma gecesinden sekiz gün önce seni alacaklar yani. Biz seni izliyor olacağız. Böylece buluşmanın yerini öğreneceğiz. Sekiz gün içinde her şey hazır olacak. Sonra sen ve Gediz hee şeyi o gece bitireceksiniz.”

“Ne yapacağız?”

“Mekanı havaya uçuracaksınız. Hepsi ölecek. Tabii öncesinde kirmizi odalarda tutulan kızları serbest bırakacaksınız. Sen ve Gediz. Sadece ikiniz. Anlıyorsunuz değil mi? Arkadaşlarınıza bu plandan bahsedemezsiniz. Zaten bahsetmek isteyeceğinizi sanmıyorum çünkü plana dahil olurlarsa onları tehlikeye atmış olursunuz. Daha fazla insan kaybetmek istemiyorsunuzdur diye düşünüyorum.”

Ikimiz de sessizce başımızı salladık.

“Güzel.”

“Peki Cunicularium’un arkasındaki köklü yapı… onlar ne olacak?”

“Cunicularium gibi yüzlerce oluşumu kontrol ediyorlar. Bir grup psikopatın ölmesini umursamayacaklardır. Bu sistemde insanların hiçbir değeri yok. Önemli olan hizmet edilen amaç. O amaç yaşadığı sürece sorun yok.”

“Peki biz? Bizim pesimize düşmeyecekler mi? Çok fazla önemli insanı bir gecede öldürmekten bahsediyoruz. Aralarında devlet başkanları var.”

“Devlet başkanlarının cesetleri o mekânda zaten bulunmayacak. Buu bilgiyi basına asla sızdırmazlar. Ölümlerini açıklamak için başka bir hikaye yazılacaktır. Size gelirsek, sizi güvende tutmak için o patlamada öldüğünüzü söyleyeceğiz. Seçtiğiniz herhangi bir ülkede, yeni kimliklerle yeni bir hayat kuracaksınız. En azından güvende olduğunuzdan emin olana dek.”

“Resmen ölü mü sayılacağız?”

“Evet.”

“Iyi de bu insanların her ülkede bağlantıları olduğunu sen söyledin. Biz nereye gidersek gidelim bizi bulurlar.”

“Siz bulunmak istemediğiniz sürece sizi kimse bulamaz. Bakın, en azından bir süreliğine sizi yurt dışında koruyalım. Sonra isterseniz geri dönmenizi sağlamanın bir yolunu buluruz.”

“Plan güzel ama bir sorun var,” dedi Gediz. “Bu planın işlemesi için Nare'yi yem olarak kullanmamız gerekiyor. Sekiz gün boyunca onların tutsağı olmasına izin vermemiz gerekiyor. Sekiz gün.”

“Gediz…”

“Sekiz gün nasıl dayanacaksın? Ben… geçmişte yaşadığın korkularla tekrar tekrar yüzleşmek zorunda kalışını sevmiyorum. Sana iyi gelmeyecek. Sana hiç iyi gelmeyecek.”

“Haklısın ama bu bizim tek şansımız. Onlardan tamamen kurtulmak için tek şansımız. Tek başımıza başaramayız biliyorsun. Denedik. Kaç kez denedik. He defasında birileri öldü. Her defasında bizden bir adım önde oldular. Ben artık ne kadar yorgun olduğumu anlatacak kelime bulamıyorum. Bunu bir kere yapacağız ve bitecek. Yapalım, bitsin.”

Hâlâ ikna olmuş gibi durmuyordu ama yine de ona uzattığım elimi tutup dudaklarına götürdü. Dizlerinin üzerine parmaklarımız birleşti.

“Bu süreçte zamanı gelene dek yüz yüze görüşemeyeceksiniz bu arada,” diye ekledi Rachel. “Belli zamanlarda internet üzerinden görüntülü olarak gorusmenizi sağlayacağız ama yüz yüze gelmeyeceksiniz."

“Ne kadar bir süre?”

“Bir ay kadar.”

“Peki biz resmi olarak öldüğümüzde… sevdiklerimize ne olacak? Gerçeği bilmeyecekler mi?”

“Sizi ülke dışına çıkardıktan sonra çok güvendiğiniz bir yakınınızla iletişim kurabilirsiniz. Onun için de çok dikkatli olmamız gerekecek. Ama dediğim gibi, bunun için ülkeden çıkmayı bekleyeceksiniz. Ortalık biraz durulduktan sonra ancak. Kimseye haber vermeseniz daha güvenli olur ama bunu kabul etmezseniz sanırım.”

“Hayır.”

“Ben de öyle düşünmüştüm. So, what do we do?”

Birbirimize baktık ve aynı anda cevap verdik. “We kill them all.”

NOW

“Yarından sonra sekiz gün görmeyeceksin beni,” dedim kollarının arasında bir süre gözlerimi dinlendirdikten sonra. Başımı kaldırıp çenesinden yukarı baktım tepkisini görebilmek için. “Bana bir söz vermeni istiyorum Gediz.”

“Ne istersen.” Usulca fısıldadı. Birbirine karışan saçlarımı düzeltti ağır ağır. Sırtım çıplak göğsündeyken, tenlerimiz arasında hiçbir engel yokken nasıl da huzurluydu dünya. Sanki o korkunç bir ay hiç yaşanmamış gibi. Kabuslarımın ayak izlerini takip etmek zorunda kalmamışım gibi. Bir ay uzun… İnsan bazen kendi uydurduğu yalana inanabiliyor. O yalanı uzun süre tekrar edersen eğer… inanabiliyorsun.  Yalan bile olsa…

Beynimiz yalan ve gerçek arasındaki ayrımı bilmiyor. Acı çeker gibi yaparken hatırlatman gerekiyor kendine o yüzden. Gerçeğe dönüşmesin diye. Bazen hatırlamayı unutuyorsun. Geçmişteki Nare’yi taklit ederken yeniden ona dönüşme korkusuyla saydım her günü. Ben o kilitli kapılardan özgürlüğe çok zor ulaşmıştım. Bu oyunu oynarken yine tutsak olmaktan korktum. Ya bu defa kurtulamazsam diye korktum. Hatırlamak bazen en büyük lanetiniz olabiliyor.

Şimdi burda, onunlayken her saniyesini saydığım, bitmesi için dualar ettiğim bir ay o kadar uzak geliyordu ki. Hiç yaşanmamış gibi. Geçmişin en köhne köşesine aitmiş gibi. Aşk zamana hükmedebiliyordu. Onun aşkı her şeye hükmedebiliyordu. “Benim için endişelenip kendini kahretmeyeceksin.”

“Nasıl olacak o Nare hanım?”

“Sekizinci günün sonunda ordan birlikte çıkacağımız anı düşüneceksin. Sen ve ben… Ikimiz… Arkamızda alevler. Sonra bitecek. Hepsi bitecek. Tamam mı? Söz mü?”

“Elimden geleni yapacağım.”

“Ne istersen dedin.”

“Evet ama sen… başkasın.”

“Nasıl başkayım?”

“Başımıza çok kötü şeyler geldi. Korkunç şeyler. Üst üste. Tepki vermeyi bile unuttuk. Öylece izliyoruz. Sürekli kaybederek, yara alarak… Ama bir yer var, bir nokta var, bir sınır var. O sınırdan ötesini ben kaldıramam. Biliyorum. Benim için o sınır sensin Nare. Bana benim için endişelenme diyorsun. Sen her şeysin, nasıl yapacağım?”

Boğazım düğümlendi. Vücudumu saran ellerine doladım parmaklarımı. Konuşmadan önce birkaç defa yutkunmam gerekti. O da bunu hissetmiş gibi eğilip boynuma bir öpücük kondurdu. Etrafa saçılan kıyafetlerimizi takip etti gözlerim birer birer. Gülümsedim. “Ben artık korkmuyorum biliyor musun? Sekiz gün dayanabilirim. Başa çıkabilirim. Sekiz gün sabredebilirim. Sen de sabret lütfen. Sana söz veriyorum, beni kaybetmeyeceksin. Izin vermeyeceğim buna. Beni bir daha kurban edemeyecekler. Feda etmeyeceğim kendimi. Bu hikâye onların sandığı gibi bitmeyecek. Sefirin kızı ne kuş olup uçacak, ne de yere çakılıp sevdiklerini gözü yaşlı arkasında bırakacak. Bu hikâyenin sonunu kendimiz yazacağız. Onlar için bitecek her şey, biz yeniden başlayacağız.”

“Bitiş ve başlangıç…”

Sancar geçen gün bana bu topraklara sonbahar getirdin dedi. Dokunduğum her şey darmadağın oluyormuş, ölüyormuş.

Sen bu topraklara bahar getirdin be. Hem sonbahar ölüm demek değil ki. Sonbahar yeniden doğuşun sembolüdür. Değişim demektir.

Bitiş ve başlangıç.

Bitiş ve başlangıç.

“Gediz?”

“Mhm.”

“Muğla'daki son akşam yemeğimizi hatırlıyor musun?”

“Hı hı.”

“O gece kızımız dedin…”

“Beyanını bilmiyoruz, bizim ona cinsiyet atamamız doğru değil tabii ama bence bir kızımız daha olacak.”

Ellerimiz karnımda birleşti.

“Eğer haklı çıkarsan ve bir kızımız daha olursa…”

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin