Dalgalar… Güneş batmak üzere ama tepedeyken bile koyuydu gökyüzü. Güneşin doğması dünyayı aydınlatmaya yetmiyor gibi. Doğa yanımda. Sahildeyiz yine. Kulağımızda Mutlu Günler. (Müziğin kaynağı telefonum) Kumların üstünde, telefonumun yanında uçuruma giden yoldaki barın, The Void’un kartı. Doğa dikkatle şarkıyı dinliyor. “Neden bu şarkıyı seçtiniz?” diye soruyor bana birden. Gülümsüyorum. “Bir hikayesi vardır herhalde,” diyor. Başımı sallıyorum evet anlamında.
Dizlerimi kendime çekip çenemi altına yerleştiriyorum. Müziğin alçak sesine dalgalar eşlik ediyor. Saate bakıyorum. Henüz vakit var.
“Yer Muğla, yıl 2010,” diye başlıyorum. Küçük bir kahkaha atıyor. Ben de kendimi tutamayarak gülüyorum. Ama devam ediyorum anlatmaya. “On sekiz yaşındayım. En son on bir yaşındayken görmüşüm Muğla'yı. Annemi kaybedince ben… Koptuk biz. Işte ben geri döndüm. Bizim aramızda öyle söze dökülmüş bir şey yoktu. O beni seviyordu, ben onu seviyordum ama sesli söylememiştik hiç. Çocuktuk zaten.” Deniz fenerinde yıllar sonra karşısına çıktığım o günü hatırlıyorum. Sana geldim deyişimi. Beni gördüğünde heyecanla parlayan gözlerini. Onu gördüğümde heyecanla titreyen dizlerimi. “Döndüğümde karşımda gördüğüm kişi çocuk değildi. Çooook yakışıklı bir genç adamdı. Yine çok… aydınlıktı. Hep öyleydi o. Işık saçardı etrafına. Göz kamaştırıcıydı.” Duraksıyorum hatırlarken. “Neyse, biz tekrar görüşmeye başladık tabii. Deniz fenerinde takılırdık saatlerce. Konuşurduk, müzik dinlerdik, film izlerdik, resmimi yapardı kağıtlara, duvarlara.”
“Söze döküldü mü peki gerçek duygularınız?” diye soruyor hafif bir meltemle dağılan saçlarını düzeltirken. Saçlarındaki pembe tutamlar batan güneşin ışığında daha belirgin görünüyor. Göz makyajı mat bugün. Mor ve mavinin en kanı çekilmiş hali gibi. Ama gözlerinde bir parıltı var.
“Hayır,” diyorum yüzümü batan güneşe çevirirken. “Ya aslında sevgili gibiydik. O kimseye bakmazdı, ben kimseye bakmazdım. Sürekli birlikteydik, kıskanırdık birbirimizi. Öyle bir durum oluşunca açıklardık ne bileyim, bütün arkadaşlarımız da sevgili olarak görürdü bizi ama biz hayır birlikte değiliz demezdik. Yine de… söze dökülmüş bir şey yoktu. Bir gece… mesaj attı bana. Deniz fenerinin önünde buluştuk. Bir elinde bavulu. Evi terk ettim dedi.
Nare bakışlarını Gediz’in ellerindeki ellerine indirir. Sesi anlayışlı, ilgili bir tona bürünür. “Babanla kavga mı ettiniz yine? Resim yapıyorsun diye…”
“O da var da sadece o değil.”
“Ne oldu peki?”
Gediz yanındaki bavulun köşesinden fırlayan bisexual bayrağını çeker çıkarır tek elle ve havada sallar buruk bir gülümseme ile. Nare problemin ne olduğunu anlar. Bayrağı tutan eline uzanır, elleri yeniden birleşir bu kez bayrağın üzerinde.
“Gideceğim burdan,” diye mırıldanır Gediz.
Babasıyla kavga etmiş. He's bi like me so…” Doğa sıcacık bir gülümseme ile hiç konuşmadan anlıyorum diyor bana. Anladığını biliyorum. She is family. “Gideceğim burdan dedi. Ben de tamam dedim. Bir bavul da ben hazırladım.”
“Öylece? Plansız?”
“Öylece, plansız.”
“Onunla birlikte Muğla'yı terk ettin yani?”
“Gerçekten gelir misin benimle?” Gediz'in gözleri bir parça olsun aydınlanır umutla.
“Gerçekten gider misin bensiz?”
“Gidemem.”
“O zaman tamam. Birlikte gidiyoruz.”
“Aynen öyle yaptım. Amerika’ya gittik. Babam çok kızdı tabii ama… bizim umrumuzda değildi. NYC'de House of Exposé diye bir ev vardı, onlarla kaldık.”
“Drag house?”
“Evet evet drag house. Ev’in annesi Margot ile iyi arkadaştık. Bizi yanına aldı. Balolara giderdik, yarışmalarını izlerdik, Margot hep kazanırdı, grand prize ile dönerdik eve, kutlardık sonra. Ama Gediz keyifsizdi tabii. Eski neşesi yoktu. Ben de ondan çok farklı değildim. Biliyorsun kolay değil biyolojik ailenden red yemek… Seni koşulsuz sevmesi gereken insanlar böyle olursan seni sevemem, şöyle davranırsan benim çatımın altında yaşayamazsın dediğinde sevgiye dair bildiğin ne varsa yerle bir oluyor. Ama en azından seçilmiş ailemizleydik biz. Ait olduğumuz yerdeydik. Orda bizi olduğumuz gibi seviyordu insanlar. Güvenli alandı. Yine de buruktu Gediz. Bir gece yine ballroom'dayız. Margot kategoriyi yıkmış geçmiş.
*Fonda Exposé – Point of No Return*
“The category is… Femme Queen Runway!”
Yeni kategori ilan edilirken kalabalık arasında Gediz ve Nare'yi de görürüz. Önceki kategoriyi kazanan House’ın annesi Margot yarıştan kazandığı ödül ile Nare ve Gediz'in olduğu yöne bakarak gülümser. Gediz güler ama biraz durgundur. Evini terk ettiği günden beri eski neşesi yok. Nare onun yüzünü biraz olsun güldürebilmek için Ballroom'a getirmiş. Diğer LGBTQIA+ların arasında olmanın ona iyi geleceğini düşünmüştür. Burası ait oldukları, güvende oldukları, yargılanmadıkları, olduklari gibi kabul edildikleri bir alan. (Ballroom'da yarışan her ‘ev'in bir ‘anne'si ya da ‘baba'sı vardır. Bu ‘ev'ler biyolojik ailesi tarafından reddedilmiş, sokağa atılmış LGBTQIA+lara sahip çıkma görevini üstlenir. Bir nevi seçilmiş ailedir. Ballroom'da çeşitli yarışmalar, etkinlikler düzenlenir ve Ev’leri temsil eden queerler bu etkinliklerde isim yapmak için yarışırlar. Yarışanlar bir jüri tarafından oylanır, oylama kazananı belirler. Drag kültüründe Ballroom büyük önem taşır. Daha fazla bilgi için bknz. Ball culture, drag houses, the housee ballroom community, drag ball culture, drag race.)
Kutladık biz de yine. Margot'un çocuklarından biri Türkiyeliydi. On sekiz yaşında. Gay olduğu için ailesi tarafından sokağa atılmış. Ölüm tehditleri almış. Bir yolunu bulup erkek arkadaşı ile birlikte Amerika'ya gelmiş ama ilişkileri sonsuza dek sürmemiş. Yolları ayrıldıktan sonra sokaklarda yaşamaya başlamış. Margot onu bulduğunda intihar etmeyi düşünüyormuş. Drag hayatını kurtarmış. Konuştuk biraz, anlattı. Dertleştik…” Gülümsüyorum hatırladıkça. Hatta tamamen o gecede aklım, kalbim, ruhum. Müziğin sesini bile duyuyorum. Bedenim burda, ruhumun şahit olduklarını bugüne taşımaya çalışıyor. “Müzik var, herkes dans ediyor falan. Müthiş bir ortam. Bir tane plak çıkardı. Tülay German, Mutlu Günler. Dans ettik o şarkı eşliğinde.” Gözlerim kapalı. Dalgalar. Ellerimi kaldırıyorum anlattığım her şey gözümün önündeymiş gibi. Bütün ayrıntılar… “Bir duvar boydan boya cam. Güneş doğmak üzere, dilimizde bu şarkı… Gökyüzü mavisiyle turuncusuyla resmen odanın içinde ama göreceksin nasıl güzel. Tam önünde biz. Ben şarkıya eşlik ediyorum.” Şarkının sözlerini tekrar ediyorum yüzümde hatırlamanın neden olduğu bir gülümseme ile. Ellerimi yeniden dizlerimin üzerine yerleştiriyorum. “Bilsen ne aydın, ne güzel bir gün doğuyor seninle bana…” Kirpiklerimi aralayıp Doğa'ya bakıyorum. “Gülümsedi Gediz. Zorlama bir gülümseme değildi, gerçekti. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Sonra öptü beni.”
“First kiss?”
“First kiss…”
Doğa da gülümsüyor. Dalgalara bakıyorum. Aklım ilk öpüşmemizde, Amerika'da, şarkımızda, doğacak olan güneşin ihtimalinde, bizde…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefirin Kızı: Zuhur
FanfictionBu hikaye Sefirin Kızı dizisinin dördüncü bölüm sonrasında olacakları konu alacak. #NarGed için kelimelere ruh üflemek amacım. Hikayenin odak noktası Nare ve onun iyileşme süreci olacağı için dizide yer alan bazı yan karakterler bu versiyonda yer al...