Gözlerimi yakıcı güneşe açtım. Tam tepedeydi. Bir elimi havaya kaldırarak güneş ile arama mesafe koymaya çalıştım. Sırt üstü yatıyorum. Bedenimin temas ettiği zemin yumuşak ama sıcak…Nerdeyim ben? Doğrulmaya çalıştım. Karşımda uçsuz bucaksız bir deniz…Bir kumsaldayım. Ellerimi iki yanıma koyduğumda sıcak kumlara gömüldü parmaklarım. Kıyıya vuran dalgaların sesi, belirsiz bir zamanın içinde hapsolmuştu sanki. Unutulmaya yüz tutmuş, çok eski bir hatıranın duvarlarına çarparak yankılanıyordu. Burası hayal miydi yoksa gerçek miydi? Güneşi yüzümde hissedebiliyordum. Parmaklarımın arasındaki kum taneleri yeterince gerçek hissettiriyordu ama içimden bir ses tüm bunların bir rüya olduğunun farkında gibiydi. Nasıl uyanacağını bilmiyordu. Tıpkı dalgalar gibi bu anın içinde sıkışıp kalmıştı. Gözlerimi kapattım. Ellerimi sıcak kumun üzerinde gezdirdim. Dalgaları dinledim. Sonra avcumun içinde keskin bir acı duydum. Hızla elimi çekerken canımı neyin yaktığını görmek için gözlerimi açtım. Bir deniz kabuğu…Avcumu kesen buydu. Elimdeki kanın bir kısmı deniz kabuğuna bulaşmıştı. Kesik o kadar derin değildi aslında ama kanıyordu. Kanımdan birkaç damla kumların üzerine düştü ve gözlerimin önünde o birkaç damla kan, kumsaldaki bütün kum tanelerinin rengini kırmızıya çevirdi. Korkuyla ayağa fırladım. Kan kırmızısı bir kumsalda tek başınaydım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Burdan bir çıkış var mıydı?
“Gel."
Sese döndüm. Sancar yanı başımdaydı.
“Gel elini yıkayalım,” dedi sakin bir sesle. Bakışlarında tuhaf bir şey vardı. Cevabımı beklemeden yaralı elimden yakaladı ve denize doğru yürümeye başlarken beni de ardından sürükledi. Birlikte suyun içine girdik amma durmadı. Yürümeye devam etti. Yaralı elim tuzlu suyla temas edince yanmaya başladı.
“Bırak, istemiyorum!”
Beni duymuyor gibiydi. Suyun yüksekliği omuzlarıma ulaşmak üzereydi. Beni bırakması için onunla mücadele etmeye başladım ama bırakmadı. Bileğimi o kadar çok sıkıyordu ki can havliyle bir çığlık attım. Sesim dalgaların içinde kayboldu. Birden bileğimi bıraktı. Kurtulduğumu sandım ama beni serbest bırakan elleri bu kez omuzlarımı yakaladı.
“Ellerinde kan var,” diye fısıldadım omuzlarımı sıkan parmaklarına bakarken. Bir cevap vermek omuzlarımdan bastırarak beni suyun içine, derinliklerine itti. Ellerinden kurtulmaya çalışıyordum ama beni suyun altında tutuyordu. Ağzıma ve burnuma dolan tuzlu suyla panikledim. Nefes almak için savaştım ama suyun yüzeyine çıkmama izin vermiyordu. Burda ölecektim. Bu bir rüyaysa gerçekten ölemezdim değil mi? Belki de kendimi bırakırsam uyanırdım? Denizin renginin de yavaş yavaş kırmızıya döndüğünü izledim korkuyla. Her şey çok gerçekti. Gerçeklik neydi ki? Gördüğümüz, hissettiğimiz şeyler oluşturmuyor muydu gerçekliği? Görüyordum, hissediyordum işte. Genzimi yakan tuzlu suyu, nefesimin tükenişini beni suyun altında tutmaya çalışan elleri hissediyordum. Bu gerçek değilse, gerçek olan neydi? Bilincim kapanmak üzereydi. Gözlerimi kapattım.Bir süre sonra omuzlarımdaki baskının artık orda olmadığını fark ettim. Nefes de alabiliyordum. Suyun içinde değildim. Bir el nazikçe yanağımı okşadı. Gözlerimi açmaya zorladım, kirpiklerim tuzlu suyun etkisiyle katılaşmış birbirine yapışmıştı. Başardığımda bulanıklığın içinden üzerime eğilen kişinin yüzünü seçmeye çalıştım. Gözlerimi kırpıştırdım. Görüntü yavaş yavaş netleşti. Gediz, üstünde tamamen ıslanmış beyaz gömleği ve saçlarından alnına düşen su damlalarıyla burdaydı ve bana bakıyordu. Denizin tuzlu suyuna karışmış saçları güneşle birlikte parıldıyordu.
“Gediz…” diye mırıldandım. Islak saçlarımı nazikçe kirpiklerimden uzaklaştırdı ve gülümsedi. Neler olduğunu bilmiyordum ama ben de gülümsedim. Kalkmama yardım etti. Yeniden kumsaldaydım. Bir şey söylemek istedim ama o sırada zamanın içine sıkışmış bu küçük dünya sarsılmaya başladı. Dalgalar öfkelendi. Rüzgâr kumları savurmaya başladı. Gökyüzünden korkunç bir ses yükseldi. Yağmur yağmaya başladı. Gök gürlüyordu. Gökyüzünün rengi değişmişti. Artık gece mi gündüz mü ayırt edemiyordum. Sarsıntı güçlendi. Sanki kara bir delik bu küçük dünyayı içine çekiyordu. Kum tanelerinin bir kısmı yerin altında bilinmeyen bir güce teslim olmuş gibiydi. Aşağı akıyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Ayaklarım kumların içine gömülmeye başladığında abir boşluğun üzerinde duruyormuşuz gibi hissettim. Kum tanelerinin diğer bir kısmı ise yer çekimine meydan okurcasına yağmur damlalarına karışıp gökyüzüne yükseliyordu.
“Ne yapacağız? Nasıl kurtulacağız?” diye haykırdım Gediz'e gökyüzünün gürültüsünün içinden duyulmayı ümit ederek.
“Biliyorsun. Sadece sen biliyorsun,” diye cevap verdi.
“Bilmiyorum!”
“Tüm bunları durdurabilirsin. Sadece sen yapabilirsin bunu.”
O kadar kendinden emin konuşuyordu ki… Ona güveniyordum ama ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. Gök gürültüsü şiddetlendi. Kum tanelerini içine çeken yerin altındaki güç bu dünyayı yok etmek üzereydi.
“Nasıl?!”
“Hepsi burda…” Bir eliyle saçlarıma dokundu. Baş parmağı şakağımı okşadı. “Kafanın içinde. Sadece sen durdurabilirsin. Tüm bu sesleri sadece sen susturabilirsin.”
“Nasıl yapacağımı bilmiyorum.”
“Biliyorsun.”
Eli şakağımdan göğsüme indi ve tam kalbimin üzerinde durdu. “Dinle…”
Gözlerinin içine baktım. Kalbimin üzerindeki elini yavaşça geri çekti. Neden bilmiyorum ama gözlerine bakarken bir anda bütün parçalar yerine oturdu sanki. Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Düşünmeden, hissettiğim gibi hareket etmem gerekiyordu. Parmaklarımın ucunda yükseldim ve onu kendime çektim. Dudaklarımız sertçe birbirine çarptı. Bir elim ensesinde, saçlarının arasındaydı. Onu öpmeme şaşırmamıştı. Aksine bunu yapmamı bekliyor gibiydi. Beni öpen dudakları kısa bir anlığına kıvrılarak gülümsemeye dönüştü. Öpücüğü derinleştirmek için bir eliyle boynumu kavradı. Dudaklarımı aralayarak onu içeri davet ettim. Sakin, telaşsız bir yolculuk değildi bu. Çok yoğundu. Aceleciydi, tutkuluydu. Daha fazlasını istiyordu. Etrafımızdaki rüzgârın durulduğunu hissedebiliyordum. Gök gürültüsünün sesi, birbirine karışan telaşlı nefes alışverişlerimizin gölgesinde kalmıştı. Parmaklarım sakallarında dans etti. Çenesinden boynuna ilerledi sonra. Hamlelerimizin arasında bir uyum vardı. Parmaklarımın izlediği yolu onun dudakları takip etti. Tüm bunlar… ne kadar gerçekti? Çenemden boynuma kayan dudaklarını hissedebiliyordum. Içimde daha önce hiç hissetmediğim bir arzunun uyanışıydı bu. Çok güçlüydü. Çok yoğundu. Her bir hücreme hükmediyordu sanki. Sadece ona dokunmak, onu öpmek, onu hissetmek istiyordu. Dudaklarının değdiği her yer alev alıyor gibiydi. Ona ne kadar dokunursam dokunayım asla yeterli gelmeyecekmiş gibi hissediyordum. Bedeninden öteye geçmek istiyordum. Ruhuna dokunmak istiyordum. Yeniden dudakları dudaklarımı bulduğunda öncekinden daha büyük bir tutkuyla sarsıldım. Elleri yüzümde, boynumda gezinirken başka hiçbir şey düşünemiyordum. Nasıl olabilirdi bu? Bu his…birini istemenin çok daha ötesindeydi. Çok daha güçlüydü. Onun da aynı şekilde hissettiğini biliyordum. Dokunuşlarında bunu hissedebiliyordum. Daha fazlası için yalvarırcasına öptük birbirimizi. Ruhlarımızın birbirine ihtiyacı vardı. Onu öpmek nefes almak gibiydi. Içimdeki boşluk, onunla dolmuştu. Bu anı, çok önceden hayal meyal hatırladığım bir düşten tanıyordum sanki. Kaos onun dudaklarında son bulmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefirin Kızı: Zuhur
FanfictionBu hikaye Sefirin Kızı dizisinin dördüncü bölüm sonrasında olacakları konu alacak. #NarGed için kelimelere ruh üflemek amacım. Hikayenin odak noktası Nare ve onun iyileşme süreci olacağı için dizide yer alan bazı yan karakterler bu versiyonda yer al...