"Belki de Mucize Diye Bir Şey Vardı"

3.8K 144 78
                                    

Bir hafta…Tam bir hafta oldu. Gediz ile neredeyse hiç konuşmadık.

Bir araya geldiğimizde konuştuğumuz tek konu işti. Ondan kaçıyor muydum? Belki.

Kulübeden döndükten sonra bir şeyler değişmişti. Aslında tam olarak neyin değiştiğini de bilmiyordum ama göz göze gelmemek için ekstra bir çaba harcadığım doğruydu. Onunla yalnız kalmamaya çalışıyordum. Ona alışmak istemiyordum. Güvenmek istemiyordum. Alışırsam, onu geride bırakmak benim için çok zor olurdu. Güvenirsem, hayal kırıklığına uğrayabilirdim.

Yeterince incinmiştim. Kırıldığım yerlerden bir daha kırılırsam, parçalarımı kimse yeniden birleştiremezdi. Mutlu olmaktan korkmam normal miydi?

Çok istediğim ama asla gerçek olamayacak bir hayal gibiydi mutluluk. Ona ulaşmaya çalışırsam çok kötü şeyler olurdu sanki. Adım atmaya korkuyordum. Bastığım topraklar çatlıyor, kuruyor, paramparça oluyordu. Benim yolumda hep engeller vardı. Aşmak için etimle tırnağımla savaştığım engeller. Her seferinde kanayan ben oluyordum. İnadına yürümek istiyordum ama her seferinde ayağımın altından kayıyordu dünya.

Bana uzanan hangi ele güvenebilirdim ki? Hangisini tutmaya cesaret edebilirdim? Peki ya tuttuğum elin dünyası da kayarsa benim yüzümden? Onun topraklarına da küserse yağmur? Benim yolumdan yürümek isterse kanayacaktı. Çünkü bu topraklar kurban istiyordu.

Çatlaklarından sızdırdım kanımı. Gözyaşlarımı, umutlarımı verdim. Canımı da vermek istedim, almadı. Benden bir şey istediğini biliyordum ama ne istediğini bilmiyordum.

Vazgeçtiklerimi kabul etmiyordu. Ne yaparsam yapayım çatlakları kapanmıyordu. Yağmur yoktu, güneş yoktu. Ben çabaladıkça toz bulutuna dönüşen, karanlığa karışan topraklarım bana küsmüş olabilir miydi? Nereye kadar devam edecekti bu işkence? Ayağımın altındaki son toprak parçası da boşluğa teslim olduğunda bana ne olacaktı?

Yapamazdım işte. Benim dünyam yıkılırken bir başkasını da bu karanlığa mahkum edemezdim. Kimsenin güneşinin önündeki kara bulut olamazdım. Çünkü yağmur olup yağamazdım. Başka kara bulutları takardım peşime. Masmavi gökyüzünü siyaha boyayana kadar durmazdım.

Adımlarımı yavaşlattım, eve yaklaşmıştım. Bir haftadır sabahları yürüyüşe çıkıyordum. Doğa ile konuştuğumdan beri gitmeyi kafama koymuştum. Ne zaman, nasıl bilmiyordum ama buralardan gitmem gerektiğini biliyordum. Akın'dan henüz ses seda yoktu. Fırtına öncesi sessizlikti bu. O fırtınayı burdan uzaklaştırmam gerekiyordu.

“Sefirin kızı.”

Tam arkamda duyduğum ses ile irkildim. Hızla döndüm. Bedenim her an tetikteydi. Sancar ürktüğümü görünce bir adım geriler gibi oldu.

“Konuşalım,” dedi onu görmenin beni ne kadar rahatsız ettiğinin farkında bile olmayarak.

Tek kaşımı kaldırdım. Yarım, alaycı bir gülümseme ile süzdüm onu.

“Konuşmak deyince aklına gelen gerçekten iletişim kurmak mı, yoksa bağırıp çağırmaktan mı bahsediyorsun?”

“Gediz gibi konuşma Allah’ını seversen.”

“Gediz gibi konuşma…” diye tekrar ettim. “Bugün de bunun için mi suçlayacaksın beni?”

“Niye suçlayayım seni? Suçlamamı gerektirecek bir şey mi yaptın?”

Gözlerindeki şüphe gerçekti. Bir zamanlar o gözlerde ne gördüğümü sorguladım.

“Kesin yapmışımdır. Yazıklar olsun bana," diye dalga geçtim.

“Bak gel, inat etme. Sana ve kızıma bir ev tutayım.”

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin