"O ve ben...Yeniden... Bu bir kavuşma..."
“Ding dong. Işkence saatin geldi,” dedi Giselle birdenbire Vincent'ın karanlık ofisinde belirdiğinde. İrkilmesine sebep olmuştu ama bozuntuya vermedi. Dönüp ona bakmadı bile. Pencereden dışarıyı izlemeyi sürdürdü. Ellerini ceplerinden çıkarmadı. Gerginliğine yorulabilecek bir izlenim vermekten kaçınıyordu. Kafasının içinde dönen planlara Giselle’in ulaşması mümkün değilmişcesine illüzyonu canlı tutuyordu.
“Neden beni rahat bırakmıyorsun?”
Ince topuklar yarı boş odanın zemininde gecenin sessizliğinden güç alarak ona yaklaştı. Her adım beynine çakılan bir çivi gibiydi. Tam yanında durduğunda Vincent istifini bozmamak için, biir adım geri atmamak için kendisiyle mücadele etti. Izlendiğini biliyordu. Kontrolü sağlamak için göz teması kurması gerektiğini biliyordu.
“Ama sen bırakmazsan ben bırakamam ki.” Kahkahası ofisinin duvarlarına çarparak yankılandı. Sesinde gizli bir güç saklıydı. Vincent'ı rahatsız eden bir güç. Omnipotent bir güç. “Ne düşünüyorsun?” Kafasını eğip onunla göz göze gelmeye çalıştığında Vincent istemeyerek ona baktı. “Bakayım aklında ne var,” diye mırıldandı Giselle melodik bir ses tonuyla. “Gediz Işıklı. Remarkable, isn’t he?”
“He's just a man.”
“But not just any man,” dedi Giselle aklını okumuş gibi. “You are… intrigued by him. That doesn’t happen quite often.”
“I suppose we can say that.”
“Şaşırtması zor bir adamsın ama Gediz seni şaşırtıyor. Bu yüzden mi ayağına kadar gittin?”
“Ayağına kadar gitmedim. Tanışmak istedim. Bizzat tanışmak istedim yalnızca.”
“Bir oyun oynayarak onun sana gelmesini sağlayabilirdin. Just like the tea party in Geneva. Ama sen sabredemedin. Onunla tanışmayı o kadar çok istiyordun ki… Içindeki merak duygusuna engel olamadın. Sen her adımını planlarsın ama bu kez bir plan yapmadın. Yapamadın. Gediz… neden bu kadar ilgini çekiyor? Onu Tim’e mi benzetiyorsun? Does he remind you of your old friend?”
“Tim was not my friend.”
“Sure he wasn’t. You don’t have any friends.”
“I had a friend.”
“Sara senin arkadaşın değildi. And I highly doubt that Nare wants to be your friend.”
“Sara was my friend.”
“And now she is dead. You were the end of her. Will you be the end of Nare too? Or will she be the end of you? What about… Gediz?”
“What about him?”
“Do you want his friendship too?”
“Don’t be foolish.”
“Tell me why are you so intrigued by him. If it’s not Tim you see in him, who do you see then? Yourself? Ama eğer Nare'de Sara'yı, Gediz'de kendini görüyor olsaydın onları ayırmak istemezdin… değil mi?"
“Onları ayırmak isteseydim ayırırdım.”
“Denedin. Nare'den istediğin buydu. Gediz'den ayrılması.”
“Ben sadece ne yapacağını merak ettim. Nasıl bir tepki vereceğini. Nasıl bir yol izleyeceğini. Ben onları ayırmadım, I shaped their relationship.”
“So you wanted to play God. You wanted to control the narrative.”
“Of course I wanted to control the narrative.”
“And you failed.”
“I did not.”
“Gediz seni planlarının dışında hareket etmeye zorladı. You wanted control his narrative but now he is controlling your narrative.”
“I am in control.”
“Are you really?”
“What do you know? Sen gerçek bile değilsin.”
“Ama beni görüyorsun.”
“Bu gerçek olduğun anlamına gelmez.”
“Peki… şimdi burda…” Sinsice etrafında dolaştı gözlerini ondan ayırmadan. “Senin boğazını kessem, gerçek olduğuma inanır mısın?”
“Go on, be my guest.”
“Ölmek mi istiyorsun? Bir de Gediz’in ölmek isteyeceğini düşünüyordun. Well well well, how the tables have turned.”
“I’m not suicidal and you are not real.”
“Belki de gerçek olmayan sensin. How do you know that you are real?”
“Belki de ben senin boğazını kesmeliyim. O zaman kim gerçek, kim değil anlarız,” dedi Vincent sabırsız ama hala kontrollü bir öfkeyle. Giselle gülümsedi.
“Oh, I can help you with that.”
Cümlesini tamamlar tamamlamaz olup bitti her şey. Vincent Giselle'in elindeki bıçağın parlak yansımasının kana bulanışını izledi şok içinde. Kan ellerine, üzerine, yüzüne sıçramıştı. Bu beklenmedik hamle karşısında kendini geriye attı şaşkınlıkla. Giselle parçalanmış gırtlağına rağmen gülüyordu. Ağzının kenarlarından çenesine doğru sızan kırmızılık gecenin karanlığında simsiyahtı. Vincent ellerindeki kana baktı korkuyla. Korku… Korku kontrolü kaybetmek demekti. Birisi ofisinin kapısını tıklattı. Konuşamadı. Sadece kapının açılmasını bekledi derin derin nefes alıp verirken. Ağzında kanın metalik tadını hissedebiliyordu. Kusmak istedi. Bu gerçek miydi? Aralanan kapıdan içeri ışık ve asistanı girdi. “Sir, are you okay?”
Vincent etrafına bakındı deli gibi. Yalnızdı. Ellerine baktı. Temizdi. Yüzüne dokundu, biraz önce yaşananların izlerini aradı parmakları. Imkansızdı. Burdaydı. Giselle burdaydı. Nasıl bir anda… Ellerini ışığa tuttu.
“Did you…did you see…her?”
“Her? Sir, you have been here all alone for hours. I heard you talking and… I just wanted to make sure you were okay.”
“Leave.”
“Sir-"
“I. said. Leave.”
“Good night sir.”
Kapı kapandı. Vincent Giselle’i yeniden görmedi ama sesini duydu. Hayal meyal. Ses hem çok uzaktı hem de sanki kafasının içinden geliyordu. Bir şarkı … O şarkı… Kulaklarını kapattı.
Come closer and see … See into the trees… Find the girl while you can. Come closer and see… See into the dark... Just follow your eyes…
I… hear her voice…
…my name…
…dark
The sound is deep…
…starts to run…into the trees…
…I’m lost in a forest. All alone. The girl was never there. It’s always the same. I’m running towards nothing again and again and again and again…
***
Bize bunu ben yapmadım ama şu an önünde diz çöküp senden özür dilemek istiyorum. Neden? Neden senden af dilemek istiyorum?
Gözyaşları, sesindeki çaresizlik, acı… Ona uzanan ellerim. Teslim olur gibi alnını alnıma dayayıp gözlerini kapatışı. Birlikte dizlerimizin üzerine çöktüğümüz o an… Elleri ellerimde. Birbirine karışan gözyaşlarımız, parmaklarımın arasından bileğime akan kanı, sağımızda solumuzda kırık cam parçaları, her şey dağınık, her şey paramparça ama elleri ellerimde. Başını yorgun bir şekilde boynuma gömdüğünde biliyordum, bana izin vermişti. Bize bir şans daha vermişti. Islak dudakları deli gibi atan nabzımın üzerinde… Nefesi tenimde kendini arıyor. Bu bir kavuşma. Ikimiz de özgürüz artık. Özlem duyduğum kokusunu içime doya doya çekebilirim şimdi. Dudakları boynumdan çeneme doğru ilerlerken, birbirimize dokunmanın özrünü dilemek zorunda olmadığımızı bilmenin huzuru ile dolmuştuk. Bu kez hata yok. Bu kez tutku saklanmayacak. Bu kez her şeyi söyledik. Bu savaşın silahı kelimelerimizdi. Son kurşuna kadar harcadık. Yaraladık, yaralandık, bitti, yeniden başladı. Koptuk, parçalandık, yeniden birleştik. Bu savaşı aşk kazandı. Öldürücü darbe dudaklarındaydı, vurmadı beni; hayata döndürdü. Uzaklaşmadık. Başını kaldırdığında alnı alnımı buldu bir kez daha ama yeterince yakın değildik birbirimize. Yetmiyordu. Dudaklarıma eğildi. Ikimiz de kapattık gözlerimizi. Parmakları dudaklarıma, çeneme, boynuma dokundu. Nefesi nefesimi tamamlıyor gibiydi. Ben nefes verdiğimde o nefes alıyordu. Dünyanın en güven veren döngüsünde kaybettiğimiz zamanı telafi etmeye çalışıyorduk. Dudaklarımı araladım. Bu bir davet… Sanki dakikalar sonra yok olacakmışız gibi öptü beni. Kıyametten hemen önce, son defa yaşamı tadıyormuşuz gibi. Sabırsız, tutkulu, hasret dolu, hırçın ama bir o kadar da mutedil…
Sonra izin verdi yarasını sarmama. Cam kırıklarının arasında yan yana oturduk. Bana babasını anlattı. Bunu daha önce kimseye anlatmadım, dedi usulca. Bana duyduğu güven sarıp sarmaladı kalbimi. O gece çok başka bir yerden bağlandık birbirimize. Daha derinlerden… Ayrıldığımızdan beri piyano çalmıyordu ama o gece elimi tuttu ve onu piyanonun başına oturttuğumda itiraz etmedi. Birlikte geçmişi ateşe verdik. Elimi bırakmadı. Verandada uyuyakaldık. Gözlerimi açtığımda başım omzunda, elleri hala ellerimdeydi. Melek'in öpücükleri ile uyandık. Tam arkasında Müge yüzünde huzurlu bir gülümse ile iç içe geçmiş parmaklarımıza bakıyordu. Kızımın gözlerinde ise umut vardı. Barışmamızı ne kadar çok istediğini biliyordum. Bizi el ele görmek küçük kalbini umutla doldurmuştu. “Annem sana doğum günü pastası yapmıştı. Hadi onu yiyelim,” dedi birden. Gediz gözlerini kırpıştırıp hayretle bana baktı. Mutfakla pek aram yoktu, bunu çok iyi bildiği için şaşırmıştı. Ama ben ona doğduğu için, nefes aldığı için, bana aşkı bahşettiği için hayatımın sonuna kadar minnettar kalacaktım, bir pasta neydi ki? Gülümsedi. Içimdeki sesi duyduğunu düşündüm. Ben de gülümsedim.
“Ben de yardım ettim,” diye ekledi Melek. Pastayı Gediz'e göstermek için sabırsızlanıyordu ama hemen katılamazdık ona. Gediz ve ben savaş alanına dönen evi toparlamalıydık önce. Elindeki bandajın da değişmesi gerekiyordu. Müge Melek ile birlikte dolaptaki pastayı servise hazırlama işini üstlenirken biz Gediz'in evine çevirdik rotayı. Çok bekletmeyeceğimize dair sözümüzü verdikten sonra elbette. Izzy ve Doğa parti biter bitmez iş yüzünden New York'a dönmüşlerdi. Sıla da onlara katılmıştı. Müge ve Melek bugün dönüyorlardı. Zaman kaybetmeden işe koyulduk. Gediz cam parçalarına beni yaklaştırmadı. Ve özür diledi. İstemeyerek olsa bile kanını akıtmıştı. Bu durumun travmalarımı tetiklemesinden korkuyordu. Akan kan onundu. Canı yanan oydu. Özür dileyen yine oydu. Ona izin vermedim. Bu savaşın enkazını tek başına kaldırmasına izin vermedim. Birlikte topladık dağıttıklarımızı. Bandajını değiştirirken geri çekmedi kendini benden. Aramızdaki duvarlar yıkılmıştı. Gözleri saklanmadan izliyordu beni. Özlemini çektiğim adam bana geri dönmüştü. Elini avuçlarımın arasına alıp öptüm yarasını sardıktan sonra. Parmakları elimin üzerine kapandı sıkıca. Yüzümü yüzüne çevirdim. Hiçbir açıklama yapmak zorunda değildik. Neden bu kadar yakınsın, neden gözlerin dudaklarımda, neden bu hasret diye sormayacaktık. Artık duvarların ardından bakmıyorduk birbirimize. Üç aydan sonra ilk kez nefes almak bu kadar kolaydı.
Rüya gibi bir sabahtı. Gediz, Melek, ben, Müge… Küçük, sıradan, mutlu bir aileydik o sabah. Kocaman gülümsediğimiz fotoğraflar çektik. Pastanın mumlarını birlikte üfledik. Sentetik mutlulukla kendini yıllarca kandırmaya çalışmış bir kadının gerçek mutlulukla tanıştığı anın hazzını size nasıl anlatabilirim? O duyguyu bir kelimeye sığdırmak mümkün mü? Bana anlatsalardı anlamazdım. Gösterselerdi göremezdim. Mutluluğu anlatamazsınız belki de, gösteremezsiniz. Sadece hissedebilirsiniz. Sadece hissediyordum…
Melek ve Gediz bir köşede çizim yaparken Müge ile kahvelerimizi yudumluyorduk. Dışarısı her zamankinden daha aydınlıktı sanki. İçeri süzülen ışık her zamankinden daha parlak… Ama dün geceyi konuşmalıydık. Biz partiden ayrıldıktan sonra Sancar'ın ne yaptığını sordum. Daha büyük bir sorun çıkarmış mıydı? Bir hasar tespit raporuna ihtiyacımız vardı.
“Izzy dışarı attırdı, sorun çıkmadı yani,” dedi birlikte resim çizen Gediz ve Melek'i izlerken. “Nasıl bu hale geldiler anlayamıyorum. Sancar'ın kardeşimi… öldürmeye çalıştığını duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Bu noktaya nasıl gelebildiler, aklım almıyor. Nasıl tanıştıklarını biliyor musun?”
Başımı iki yana salladım. Müge kahvesinden bir yudum alıp anlatmaya hazırlandı. “Çocuktu ikisi de. Bir gün Gediz'le okuldan dönüyoruz, Sancar'ı gördük. Ayakları yalın, öyle yolun kenarında oturuyor. Kavga etmiş belli, üstü başı toz içinde. Yüzünde çizikler. Öfkeli ama. Çok öfkeli. Onu böyle hatırlıyorum. Üzerinde eski, yamalı bir kazak, ayakları hep çıplak… Sürekli birileriyle kavga eden öfkeli bir çocuk olarak hatırlıyorum onu. Gediz onun gibi değildi. Sakin bir çocuktu. Sancar'ın elinde sapan, Gediz'in elinde kitaplar… Sancar ait olduğu dünyaya, Gediz ait olamadığı dünyaya öfkeli… Kimsenin aklının ucundan geçmezdi arkadaş olabilecekleri. Ama o gün Gediz yanına gitti Sancar'ın. Ne yaptı biliyor musun? Ona ayakkabılarını verdi. Sancar tabii gururlu, kabul etmedi ama bizimki inatçı. Bıraktı ayakkabılarını Sancar'a, geri almadı.”
“Sonra ne oldu?”
“Babam kızdı Gediz'e. Ama onun umrunda mı? Asla. O gün başladı arkadaşlıkları. Sancar o ayakkabıları hiç giymedi gururundan. Gediz vazgeçmedi yine de. Onunla birlikteyken o da çıkarırdı ayakkabılarını. Kendini eşitlerdi Sancar'la. Eve dönerken giyerdi. Annem bilirdi, babama söylemezdi kızmasın diye. Sonra tabii Gediz Amerika'ya gitti. Bazen tatillerde bile dönmezdi, orda kalırdı. Araya yıllar girdi girmesine ama Gediz üniversiteyi bitirip döndüğünde yeniden görüşmeye başladılar. Kaldıkları yerden devam ettiler. Dostlukları güçlendi, ortak oldular. Sancar'ın bugün gözlerinde gördüğüm nefreti anlayamıyorum o yüzden. Ya Gediz'in ayakkabılarını saklamıştı bu adam. Onca yıl… atmamış, saklamış. Küçük kardeşi gibi davranırdı Gediz'e. Koruyup kollardı. Şimdi öldürmeye çalışıyor.”
“Eğer ben Muğla'ya gelmeseydim-"
“Hayır. Sakın bunu yapma. Bu halde olmalarının sebebi sen değilsin. Sancar seni bir bahane olarak kullanıyor. Ona hayır dediğinde hayatından çıkmalıydı ama o bunu bir ego savaşına çevirdi. Gediz'e duyduğu öfkenin, nefretin kökleri daha derinlerde. Biz görememişiz sadece. Görmek için geç kalmışız. Gediz çok merhametli bir çocuktu. Sancar'ın kibrini, öfkesini hep merhametiyle sardı.”
“Haklısın. Kendisini öldürmeye çalışan adama ölümcül bir darbe vurmamak için çabalıyor hala,” dedim iç çekerek.
“Çok güzel oldu!” Melek heyecanla ellerini çırptı. Gediz gurur ve hayranlıkla karışık bir gülümseme ile izledi onu. Sonra ona baktığımı hissetmiş gibi bana çevirdi bakışlarını. O an bir kez daha anladım. Biz bir aile gibi değildik, biz zaten bir aileydik. Melek'in her başarısında, her heyecanında gözlerimiz birbirini arıyordu gururu paylaşmak için. Sevgi iyileştiriyordu, sevgi her şeyi baştan yaratıyordu. Melek çizimini bana göstermek için yanıma geldi koşarak. Gediz'in elini yakalayarak onu da peşinden sürükledi. Uzun zamandan sonra ilk defa kalbim acıyla değil, mutlulukla çarptı. Uzun zamandan sonra ilk defa Gediz'in bana bakan gözlerinde sadece aşk gördüm. Kırgınlık değil, soğuk bir duvar değil, sadece aşk. Nefes alabilmek… güzeldi.
***
GEDIZ
“Nasılsın?”
“Iyiyim abla. Öylesine söylemiyorum hem de. Gerçekten iyiyim.”
Müge ve Melek'in uçak saatine az kalmıştı. Nare Melek’in çantasını hazırlıyordu. Biz de onları bekliyorduk. Nasılsın derken dün geceki gibi korku, endişe yoktu sesinde. Iyiyim dediğimde bana inanmıştı, yalan söylemediğimi biliyordu.
“Iyisin, iyisin,” dedi keyifli bir gülümseme ile yanıma otururken. “Iyi olmanın sebebi aşk sanırım. Nare’yle aranızdaki buzlar erimiş gibi geldi bana. Yanılıyor muyum?”
“Yanılmıyorsun.” Kalbimi sıkıştırmayan bir nefes aldım. Böyle hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Onun adını duymak canımı acıtmıyordu artık. Ona duyduğum hasret acı vermiyordu. Hiçbir şey silinip gitmemişti bir gecede ama içimde hize dair bir inanç vardı ve her zamankinden daha güçlüydü. O güce teslim olmayı seçmiştim. “Abla, ben onu çok seviyorum,” dediğimde gülümsemesi derinleşti. “Birini bu kadar çok sevince ona uzun süre kızgın, kırgın kalamıyormuşsun meğer. Nare'yle öğrendim. Kırılıyorsun, o parçalar bir daha bir araya gelmez sanıyorsun ama aşk öyle güçlü bir şeymiş ki… imkansızı oldurabiliyormuş. Ya hadi parçaları bir araya getirdin, izi kalır değil mi? O izlere baktıkça bir zamanlar kırıldığını hatırlarsın. Ama aşk hayata bakışını, gördüğünü yorumlayışını bile değiştiriyormuş. O izler savaş madalyalarına dönüşebiliyormuş.”
“Izler artık sana kırıldığını hatırlatmıyor yani?”
“Bana birlikte ne kadar güçlü olduğumuzu hatırlatıyor. Belki de birbirimize bu kadar sıkı sarılmamız için kırılmamız gerekiyordu önce. Ona anlattım biliyor musun? Babamı… Olanları…”
Müge gözlegörulur bir heyecanla bana baktı. “Daha önce kimseye anlatmamıştın.”
“Evet, daha önce kimseye anlatmamıştım.” Kendi kendime gülümsedim.
“Demek ki her şeye rağmen, sandığın kadar uzak değilmişsiniz birbirinize.”
“Değilmişiz.”
“Bu ne demek biliyorsun değil mi? Ona anlattın çünkü bu kez gelmeyeceğinden eminsin. Güveniyorsun Gediz. Ona inanıyorsun. Ya bir daha giderse, elini bırakırsa diye korkuyordun. Artık korkmuyorsun, bu yüzden anlattın. Kendinden bile gizlediğin bir yanını gösterdin Nare’ye. Iyileşiyorsun. Seninle gurur duyuyorum.” Gözleri dolmuştu ama hala gülümsüyordu. Biz geçmişi konuşmazdık. O tanık olduğunu bilirdi, hatırladıklarını ben duymaya tahammül edemezdim. Aynı konunun etrafında dolaşıp dururduk. Sonra ben bir şaka yapardım, dağıtırdım gölgeleri. Hazır olmadığımı hisseder, üstelemezdi. Benim doğum günüm, babamın ölüm yıl dönümü. Kutlama ve yas. Sevinç ve gözyaşı. Sessizlik ve daha fazla sessizlik. Dün gece o sessizliği ateşe vermiştim.
“Senden bunu duymak ne güzel ablacığım. Sana gelip ben aşık oldum dediğimde vazgeç demiştin halbuki,” dedim şakacı bir tavırla.
“Sen de her zamanki gibi dinlememiştin, bildiğini okumuştun. Bir gün Muğla'ya savaş açacağını biliyordum. Sen…çok… aykırıydın. Koca bir şehrin karşısında tek başına duracağın o günün gelmesinden korkmuştum hep. Ama korktuğum gibi olmadı. Hayat seni bu savaşta yalnız bırakmadı. Yoluna senin gibi aykırı bir ruh çıkardı, kalbine düşürdü.”
“Sonra biz iki aykırı, dünyayı bir güzel ateşe verdik. Ne baş belası bir kardeşim ben değil mi?”
“Harika bir kardeşsin. Iyi ki de böylesin.”
Beni kendine çekip sarıldı. Ikimiz de birbirimize belli etmemeye çalışarak nemli gözlerimizi kuruladık. “Senin artık bir evin var biliyorsun değil mi?” dedi çatlayan sesine aldırmadan. Tam o esnada Nare merdivenlerden indi. Melek küçük adımlarla annesini takip etti.
“Biliyorum,” dedim onlara bakarak.
***
Müge ve Melek'in yolcu edip eve döndük. Hava kararıyordu. Bir şeyler atıştırıp, bulaşıkları birlikte yıkadıktan sonra film izlemeye karar verdik. Gediz seçenekleri önümüze yığmış, büyük bir ciddiyetle karat vermeye çalışıyordu. “Bu mu, yoksa… yok, yok. Bu değil, bunu unut. Şuna bak.”
Elindeki DVD'yi alıp bir kenara koydum. Film bekleyebilirdi. Onunla konuşmak istediğim başka bir şey vardı.
“Müge bana Sancar'la nasıl tanıştığınızı anlattı,” diye başladım cümleme. “Ayakkabılarını vermişsin ona.”
“…”
“Üzgünüm Gediz. Onu kaybettiğin için, bu duruma geldiğiniz için üzgünüm.”
“Üzülme. Bu duruma eninde sonunda gelecektik zaten. Ben kafamda başka bir Sancar yaratmışım, ona dostum demişim. Benim kaybım gerçek bile değil. Artık onu olduğu gibi görüyorum. Gördüğüm adam öyle biri ki… ben böyle bir adama dostum diyemem. O yüzden üzülme.”
“Sen üzülüyorsun ama. Öfkelisin ama kırgınsın daha çok. Yine de o sana ne yaparsa yapsın, sen onun kadar acımasız olamıyorsun. Sen böyle bir adamsın çünkü. Senin merhametin…”
“O kadar da merhametli değilim,” dedi yere bakarak. “Biz bir savaş başlattık. Ben de birçok şey yaptım ona.”
“Ailene ait olan konağı geri aldın. Sancar'ı hapse attırabilirdin. Şirketi batıyor, son darbeyi vurabilirdin. Geçmişte yediği haltları biliyorsun, kullanabilirdin. Seni öldürmeye çalıştı, sitem dahi etmedin Gediz. Sen benim tanıdığım en merhametli adamsın. Küçük bir çocukken bile merhametliymişsin, şimdi de öylesin. Dünya senin güzel kalbini kirletmeyi başaramamış.” Dayanamadım, uzanıp yanağına minik bir öpücük bıraktım. Kirpikleri titredi. “Çok güzel seviyorsun Gediz Işıklı. Ssdece beni değil, değer verdiğin herkesi. Ne olursa olsun, kim ne yaparsa yapsın, sen hep çok güzel seviyorsun.” Omzuna çenemi dayadım.
“Sancar’a dün gece yaptıklarını ödetmeyi düşünüyorum. Bu kez o kadar merhametli olmayacağım. İşler çirkinleşecek Nare.”
“Dün gece yaptıkları? Peki ya öncesi? Gerçekten seni öldürmeye çalışmış olması hiç mi öfkelendirmiyor seni?”
“Sana evlenme teklifi etmiş olması öfkelendiriyor beni. Buna cüret etmesi öfkelendiriyor. Tanıştığımız yere ayak basması öfkelendiriyor.”
“Gediz ya, Sancar'ı kıskanma lütfen. Ben sana yakıştıramıyorum.”
“Ben de kendime yakıştıramıyorum ama benim de bir sınırım var Nare. Kaç defa kapına dayandı, neler neler yaptı sakin kaldım. O sınırı aştı dün gece. Bu kadarına da susamam kusura bakma.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefirin Kızı: Zuhur
FanfictionBu hikaye Sefirin Kızı dizisinin dördüncü bölüm sonrasında olacakları konu alacak. #NarGed için kelimelere ruh üflemek amacım. Hikayenin odak noktası Nare ve onun iyileşme süreci olacağı için dizide yer alan bazı yan karakterler bu versiyonda yer al...