Bölüm 10: ACT I: MK ULTRA

181 10 8
                                    

BÖLÜM 10: “Omnia vincit amor: et nos cedamus amori"
“Love conquers all things, so we too shall yield to love.”

ACT I: MK - ULTRA : “Do you believe in monsters?”

You got me trapped in your dark fantasy world. You have wrapped me around your little finger. You make me offers that I can’t refuse. You keep telling pretty lies. You toy with the truth. You're killing me with your propaganda.”

Bölüm Şarkısı: Muse – Bliss

Beyazlık.

DIŞ SES (SOPHIA HOFMANN) : Hikâyeniz nasıl başladı merak ediyor musunuz? Birbirinize duyduğunuz aşkın dünyayı nasıl değiştirdiğini…

Nare uçurumun kenarında iken kendisine elini uzatan Gediz'e bakar umutla. Görüntü aynı uçurumun kenarında birbirlerine koşup sarıldıkları ana dönüşür. Dissolve. Sancar'ın ve tüm Muğla'nın önünde iç içe geçen parmakları. Dissolve. Birbirlerine gülümsemeleri. Dissolve. Yeni doğan güneşin huzurunda birleşen dudakları.

Siz daha doğmadan önce başladı her şey. Gerçeğin ne demek olduğunu bildiğimizi sandığımız zamanlardı. Ben genç, hırslı, tutkulu, gözü kara bir bilim insanıydım. Tek istediğim dünyayı değiştirmekti. Bu dileğimi gerçekleştirdim de. Ama değişim, hayal ettiğim gibi olmadı. Ben bir düş kurdum. Değişim tamamlandığında o düş bir kabusa dönüşmüştü. Ve geri dönmek için çok geçti.

Departman of Psychology.

Fakültede Sophia Hofmann isminin yazılı olduğu ofisin kapısı açılır. Içeri takım elbiseli iki adam girer. Sophia Hofmann ile tokalaşırlar. Yakın çekimde üzerinde CIA logosu bulunan bir dosya görürüz.

Çalıştığım üniversiteye geldikleri günü hatırlıyorum. Bana sundukları teklif aklımı başımdan almıştı. Onlarla çalışmamı istiyorlardı. Kulaklarıma inanamadım. CIA'in üniversitelerle iş birliği içinde projeler yürüttüğünü biliyordum ama böyle bir teklifi daha tecrübeli, yaşını almış akademisyenlere götürürler diye düşünmüştüm. Beni seçmiş olmaları büyük onurdu. Dünyayı değiştirmek için gerçekten bir şansım vardı şimdi. O yüzden hiç düşünmeden kabul ettim teklifi. Iz bırakmak, hatırlanmak, sınırları aşmak istiyordum. Kimsenin denemeye cesaret edemediğini denemek, bilinmeyenin ötesine geçmek istiyordum.

Bu konuşma hiç gerçekleşmedi, burda yaşananlar, yaşanacaklar hiç yaşanmadı. Bu proje hiçbir zaman var olmadı. Anlıyorsunuz değil mi, diye imalı bir ses tonu, aksansız bir Ingilizce ile sorar istihbarat teşkilatının başkanı. Beyaz bir koridordalar. Karşılarında cam duvarlı odalar, odaların içinde yataklara sabitlenmiş insanlar. Sophia anladığını göstermek için başını sallar ama gördükleri onu ürkütmüştür.

Bana bilim için, insanlık için ne kadar ileri gidebileceğimi sormuşlardı. Hiç tereddüt etmeden onlara bir sınırımın olmadığını söylemiştim. Dedim ya gençtim, heyecanlıydım. Ileri gitmenin, sınırları aşmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Üzerinde çalışmamı istedikleri projenin Mkultra olduğunu öğrendiğimde geri adım atmak bir seçenek olmaktan çoktan çıkmıştı. Devletimizin en gizli projelerinden biri hakkında bilgi sahibiydim artık. Öylece çekip gidemezdim. Dürüst olmak gerekirse çekip gitmek istemiyordum da. Bize sunulan imkanlar olağanüstüydü. Ezberlediğimiz kitaplar, teoriler, fakültede öğrendiğimiz her şeyi, hepsini pratiğe dökebileceğimiz devlet tarafından desteklenen güvenli bir alanımız vardı şimdi.
Bize programın asıl amacından bahsetmediler. Gerçekten insanlık için miydi, bilim için miydi her şey? Yoksa daha karanlık bir gerçek mi saklıydı o gizli dosyaların ardında?

Yakın çekimde bir elektroşok cihazı görürüz. Fonda bir kadının çığlığı yükselir. Görüntü neon ışıklarla göz beyazına damlatılan uyuşturucu maddeye geçiş yapar. Sarı tuğlalı yolda yürüyen Dorothy. Yardım isteyen sesler. Üzerinde eat me, drink me yazan şişeler ve kavanozlar. Beyaz bir tavşan figürü. Kelebek. Dalgalar. Sert bir zemini tırmalayan tırnaklar. Acıdan kıvrılan, kasılan parmaklar. Kan. Must… break… your… mind. Çınlama.

Ülkemizi dış tehditlerden koruduğumuzu düşündüğümüz için programın deneklerinin kendi vatandaşlarımız olabileceğine hiç ihtimal vermemiştik. Biz Ruslara karşı kullanabileceğimiz bir teknolojinin peşindeydik. Kendimizi korumak için, insanlarımızı korumak için. Projenin farklı isimler altında hemen hemen her ülkede faaliyet gösterdiğinden haberdar değildik. Kim bilir kaç bilim insanı, istihbarat servisi çalışanları dinledi aynı masalı kendi dillerinde. Kabul edelim, sınırlarımızın dışında bizi yok etmeyi bekleyen düşmanlarımız falan yok. Ölmek ve öldürmek için ışıltılı, şaşaalı kılıflarımız var yalnızca. Öyle görkemli ki bu kılıflar, bakanın gözünü kör ediyor. Bütün dünyayı oldukça gösterişli, şatafatlı bir kılıfa sarmışlar. Ve hepimiz kör olmuşuz. Her şey bu kadar beyazken ve beyaz bu kadar kirliyken bazen siyah kurtarıcı olabiliyor. Belki de karanlık sandığımız gibi kötü değildir. Belki de kör edici aydınlık düşman bellememizi istiyordur onu. Gerçek düşman kim? Içine düştüğümüz bu körlüğün bir sonu var mı? Mümkün mü yeniden görebilmek?

Kapanan kapıların ardında beyaz gömlekli iki akademisyenin yüzünde empatinin izlerini görürüz. Camdan odaya tereddütlü bir bakış atarlar. Içerde bilinçsizce yatan bir çocuk görüntüsüyle sahne çatlayarak kararır.

Programa dayanamayıp çekip gitmek isteyenler oldu. Ama asla harekete geçmeye cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaparlarsa başlarına gelecekleri biliyorlardı. Geçmiş bunun örnekleriyle doluydu. Mesela 1953 yılında yaşanan o korkunç olay… Projede yer alan bir bilim insanının gizemli ölüm haberi. Intihar demişlerdi. Bir otelin penceresinden atlamıştı. Gitmek istemişti çünkü. Çekilmek istemişti projeden. Gidemedi kimse. Kaldılar, kaldık. Ve öğrendik ki bu proje bir grup erkek tanrı gibi hissetmek istediği için yaratılmış. Erkeklerin kontrol ettiği, kadınların hiçbir seçme hakkına sahip olmadığı tamamen köleleştirilmiş zihinleriyle onlara hizmet ettikleri bir fantezi dünyası. Programın tüm derdi buydu. Kurmak istedikleri dünya buydu. O dünyayı kurabilmek için biz kadınlardan yardım istemeleri çok ironik değil mi? Aslında bir bakıma intihar etmemizi istiyorlardı bizden. Kadınları yok etmek için kadınların yardımına ihtiyaç duymak. Bir intihar projesi.

Düşününce bizi yok etmek isteyen o erkekleri de kadınlar doğurmuyor mu zaten? Aynı hikaye. Kendi sonumuzu kendimiz getiriyoruz. Bir hayat dünyaya getirirken intihar ediyoruz. Doğum ve ölüm. Iç içe geçmiş iki kavram.

Ben savaşmak istedim. Kazanmak için gerçek bir şansım olduğunu düşünüyordum. Kadın olmak hep zordur. O dönemlerde daha da zordu. Hele de bir bilim kadını olmak. Ben hem kadındım, hem bilim insanıydım hem de homoseksüeldim. Ve erkeklerin kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir alanda, bir projede oldukça önemli bir pozisyondaydım. Yani evet, bir şansım vardı. Bir şeyleri değiştirebilmek için, iz bırakabilmek için bir şansım vardı. Kullanmak istedim. O dünyayı başlarına yıkmak istedim.

Vincent Colby. Soğuk bakışlarıyla masanın diğer ucunda oturan Sophia Hofmann’a karanlık bir bakış atar.

En büyük rakibim projede benimle çalışan bilim insanlarından biriydi. Vincent Colby. Onunla tanıştın Nare. Ne istiyorsun benden? Seni burda buldu. Uyanamayacaksın. Gördüğün adam sandığın kişi değil. Siz bir Vincent Boucher tanıdınız. Colby’nin bir görsel kopyasıydı o. Onun gibi görünmesine aldanmayın, sadece basit bir kuklaydı oyunda. Kötü bir kopya.

Benim tanıdığım Vincent acımasız, saygısız, soğuk, kadın düşmanı iğrenç herifin tekiydi. Insani bütün duygulardan arınmış gibiydi. Kibirliydi. Gözlerine bakınca üşürdünüz. Kelimeleri dikenliydi, sesi kulaklarınıza batardı. Onunla sürekli takışırdım. Birbirimizden nefret ederdik. Kadın olduğum için küçümserdi beni, zayıf bulurdu. Yöntemlerini ne zaman eleştirsem gözlerinde kibir görürdüm bana bakarken. Ben geri adım atmadım ama kimse de durdurmadı onu.

Programa maruz kalanlara karşı çok…

Kapalı beyaz kapılar ardından çığlıklar yükselir. Çocuk sesleri.

Zalimdi. Merhametsizdi. Subjectlerin çoğu çocuktu ama onun umrunda değildi. Katıydı. Acıması yoktu. Bu durumdan zevk alıyordu sanki. Birilerine acı çektirmek hoşuna gidiyordu. Severek yapıyordu işini. Ben daha fazla seyirci kalamadım. Bir şey yapmam gerekiyordu. Kendi ekibimi kurdum. Queerlerden oluşan bir ekipti. Biseksüel, gay, aseksüel kadınlar, erkekler… Gizli bir proje üzerinde çalışmaya başladık. Project Morpho Menelaus. Yani mavi morfo kelebeği. Spirituel değişimi, yeniden doğuşu, iyileşmeyi sembolize eder. Bu yüzden bu ismi seçmiştik. Aynı zamanda Project Monark'a bir atıf olarak da görebilirsiniz sanırım.

Program heteroseksüel insanlarda mükemmel bir şekilde işlerken queer insanlarda aynı sonuca ulaşılamıyordu. Bir şekilde direniyorlardı programa. Nasıl yaptıkları hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Ama itaatsizlik eden, senaryo dışına çıkan tüm denekler heteroseksüel olmayan insanlardan oluşuyordu. Project Morpho Menelaus tam olarak bu yüzden doğdu. Ben ve ekibim özel bir kod geliştirmeye çalışıyorduk. Gizliydi. Vincent ve onun gibilerin haberi yoktu. Bu kod zihin kontrolüne direnmeyi sağlayacaktı. Subjectleri koruyacaktı. Aslında var olmayan bir şey yaratmak değildi amacımız. Onların içinde zaten kendi bildiğini okuyan bir ses mevcuttu. Biz o sesi korumak, güçlendirmek istiyorduk. Vincent bir şeyler çevirdiğimizin farkındaydı ama açığımızı yakalayamadığı için eli kolu bağlıydı. Bizi durduramadıkça deneklere yükleniyordu. Onların direncini kırmak için akıl almaz işkence yöntemlerine başvuruyordu. Neler yaptığını kısmen biliyorsunuz. Zihinlerini savunmasız bırakabilmek için dört koldan saldırıyordu. O hissi tanıyorsunuz. Ait hissedemediğiniz bir dünyada nefes almayı. Her yerden kovulmayı. Yalnız bırakılmayı. Anlaşılmamayı. Duyulmamayı. Hepsini biliyorsunuz. Bizim gibileri böyle yıkmaya çalıştılar hep. Yaşadığımız dünyaya, bedenlerimize bizi yabancılaştırarak. Kendi sesimize düşman ederek. Biliyorsunuz. Direnenlere ne yaptıklarını çok iyi biliyorsunuz.

Gediz'in babasından yediği tokat. Defol git o zaman, senin artık bir evin yok duydun mu beni diyerek arkasından bağırışı. Sancar'ın Nare'nin yüzüne kapattığı kapı. Memleketimden defol diye haykırışı. Nare'nin babasına kendini gözyaşları içinde anlatmaya çalışması ama onun kızını duymayışı, başını çevirişi. Başka yerlerde birbirlerinden habersiz aynı anda bir ellerini kalplerine götürüp nefes almak için çırpınan Gediz ve Nare.

Mkultra'nın aslında hiç kapatılmadığı, hala aktif bir şekilde devam ettiği yönünde iddialar konuşulmaya başlandı bir süre sonra. Projeyi sürdürmek gittikçe zorlaşıyordu. Mercek altındaydık. Hareketlerimiz kısıtlanmıştı. Bir çıkar yola ihtiyacımız vardı. Yeni bir plana. Ya da… yeni bir dünyaya.

Üzerinde Project Simulacra yazan bir dosya görürüz yakın çekimde.

Paralel bir evren yaratıldı. Rahatça çalışabilelim diye. Gözlerden uzak olabilelim diye. Sonuçları düşünmeden, sınırları aşmaktan korkmadan, kimsenin ruhu duymadan istediğimiz gibi çalışabileceğimiz bir alan… Belki de böyle bir alan hep vardı bilmiyorum. Şimdi kullanılmaya karar verilmişti. Nasıl ortaya çıktığı, kimin gündeme getirdiği kocaman bir gizemdi. Bir gün bir emir geldi ve kimse sorgulamadı. Bu yeni evren bizim evrenimizin birebir kopyasıydı. O gün anlamalıydık. Bizden aşmamızı istedikleri sınırları onlar çoktan aşmıştı. Ellerindeki gücün boyutunu, kullandıkları ileri teknolojinin kaynağını bilmiyorduk. Soru sormak, emirleri sorgulamak ihanetti. Ağzını açan ölüm fermanını imzalamış olurdu. Hal böyleyken attığımız her adıma dikkat etmek zorundaydık. Ince bir buzun üzerinde yürüyorduk. O buz her an kırılabilirdi.

Bu yeni evren bizim için güvenli bir alandan çok daha fazlasını ifade ediyordu. Artık kendi insanlarımız üzerinde çalışmayacaktık. Yeni evrendeki kopyaların üzerinde çalışacaktık. Çalışmalarımız başarılı sonuç verirse ancak o zaman programın geldiği son hali kendi dünyamızda kullanacaktık. Kağıt üzerinde harika bir plandı ama uygulamaya geçtiğimizde her şey tepetaklak oldu. Yeni dünya bir kabusa dönüştü. Uyanmanın mümkün olmadığı bir kabusa…

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin