"Cunicularium"

1.3K 54 29
                                    

And if you go chasing rabbits, and you know you're going to fall...”


FLASHFORWARD

Nare sorgu odasında hareketsiz bir şekilde oturuyor. Karşısında ona sorular soran dedektifi duyuyor gibi görünmüyor. Bakışlarını kucağındaki kanlı ellerinden ayıramıyor. Etrafa bakmak istemiyor çünkü kafasını kaldırırsa camda yansımasını görmek zorunda kalacak. Eğer bakarsa baştan aşağı kan içinde olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalacak. Ama dedektif ısrarcı. Nare kafasını kaldırıp ona bakmak zorunda. Kulağındaki çınlama hala devam ederken düşünmek neredeyse imkansız. Zaten düşünmek ya da soru cevaplamak istemiyor. Oradan çıkıp gitmek istiyor ama gidemez. Sorgu odasının duvarları üstüne üstüne geliyor sanki. Dudaklarında hala kanın metalik tadını hissedebiliyor. Kusmak istiyor ama sakin kalmak zorunda. Her şeyi anlatmak istiyor ama hikayesini doğru seçmek zorunda. Her şeyi anlatamaz. Ona sorular soran dedektifin kimin tarafında olduğunu bile bilmiyor. Dikkatli olması gerek. Çok dikkatli olması gerek. Sıcak bir duş, biraz uyku ve Gediz. Ihtiyacı olan şey bu. Ordan çıkması gerekiyor.
“Did you do it?” diye soruyor dedektif bir kez daha. “Did you kill them?”

Nare ilk defa gözlerini kana bulanmış ellerinden ayırıp dedektife bakıyor. Bir cevap vermesi gerektiğinin bilincinde ama içinden sadece delice gülmek geliyor. Kontrolsüzce gülmek… Nedenini kendisi de bilmiyor ama içindeki bu hissi durduramıyor. Gülmeye başlıyor. Delice. Kontrolsüzce. Daha çok gülüyor. Daha çok. Kahkahaları sorgu odasında yankılanırken tuhaf bir şekilde uzun zamandır bu kadar iyi hissetmediğini düşünüyor.

***

“Gaye? Bu gerçekten s-sen misin?”

Gözlerime inanamıyordum. Hayattaydı. Karşımdaydı. Onu gördüğüm an gözyaşlarım serbest kaldı. Sarıldık. Karmakarışık hissediyordum. Şaşkınlık, özlem, rahatlama, sevinç, burukluk, kaybettiğimizin zamanın acısı… O tanıdık kokusu burnuma çarptığında inanabildim gerçek olduğuna. Geçmişimin en aydınlık ayrıntılarından biriydi Gaye. Onu kaybetme fikriyle baş etmek zorunda kalmayacağım için bencilce mutluydum. Hem de çok mutluydum. Hıçkırıklarımı bastırmak için yüzümü boynuna gömdüm. Bunu hissetmiş gibi daha sıkı sarıldı. Onun da ağladığını biliyordum. Gözyaşları omzumu ıslatmıştı. Gaye duygularını göstermeyi pek sevmezdi. Onu en son en zaman ağlarken gördüğümü hatırlamıyordum bile.

“Bir bakayım sana.” Geri çekildi yavaşça ama hala elleri hala bileklerimdeydi. Gözyaşlarının arasından gülümsedi ve beni hafifçe sarstı. “Stop crying, you silly.”

Gülerek gözyaşlarımı sildim elimin tersiyle. “Sen de ağlıyorsun.”

“Ağlamıyorum ben.”

“Whatever you say crackpot.”

“Fuck you.”

“Fuck you too.”

“God, I have fucking missed you so much!”

“Ben de. Çok.” Tekrar ağlamaya başlamak istemediğim için onu içeri çekip kapıyı kapattım. Burda olduğuna hala inanamıyordum. Günlerdir geçmişimin en karanlık anları çıkıyordu önüme. Hatırlamak değil, unutmak istiyordum. Gaye geri dönüşü ile bu laneti kırmıştı. Bu kez hatırlamak acı vermiyordu. Ona bakarken zihnime doluşan anıların hepsi aydınlıktı. “Seni tanıştırmak istediğim biri var,” dedim birlikte salona ilerlerken. Gediz şöminenin önünde tabloyu inceliyordu. Ayak seslerimizi duyunca dikkatini bize yönlendirdi.

“Gediz…bu Gaye,” dediğimde haliyle şaşkınlıkla yüzüme baktı.

“Gaye derken…”

“Evet o. Ölmemiş.”

Gaye beceriksizce şaka yapmayı denedi. “Came back from the dead.”

Gülumsedim. Onun burda olması, hala hayatta olması bie işaret gibiydi. Bir mucizeydi. Her gün her şey daha da kötüye giderken onun dönüşü bu savaşı kazanabileceğimize olan inancımı güçlendirmişti. Buna ihtiyacım vardı. Kulübede yaşananları hatırladıktan sonra artık ne için umut ettiğimi bile unutmuştum neredeyse. Gaye’nin dönüşü, silkelenip üzerimdeki ölü toprağını atmanın zamanının geldiğini hatırlatmıştı. Hatırlamam gereken bir diğer şey ise Gaye'nin eski Gaye olmadığıydı. Kötü şeyler yaşamış olduğunu tahmin etmekten öte, onun yüzüne baktığımda görebiliyordum. Gözlerinde daha önce orda olmayan bir şey vardı. Tanıdık bir şey. Hiçbir kadının gözlerinde görmek istemediğim bir şey. Boğazım düğümlendi.

“Gaye, bu da Gediz. Erkek arkadaşım.”

Erkek arkadaşım dediğimde Gaye'nin tek kaşı kalktı. Bana hınzır bir bakış attıktan sonra Gediz ile tokalaştı. Gediz kibarca gülümsedi. “Ben sizi biraz yanlız bırakayım. Konuşacak çok şeyiniz vardır,” diyerek müzik odasına yöneldi. Gediz giderken Gaye arkasından dudaklarını oynatarak he looks yummy, dedi. Gediz'in gittiğinden ve bizi duyamayacağından emin olunca yorumunu sesli yaptı. “Look at that arse, you are so lucky.”

Gülümsemeden edemedim. “I know.”

“Kim bu Gediz?”

“Bana kalp şeklinde bir deniz taşı veren çocuğu hatırlıyor musun?”

“Tabii ki hatırlıyorum.”

“Gediz o çocuk işte.”

“Hadi canım. Şaka yapıyorsun.”

“Çok ciddiyim.”

“Wow. That's…That’s amazing. Wow. Fuck me. That's crazy. Neredeyse karma diye bir şey olduğuna inanacağım.”

“Ben inandım bile.”

“Umut eden, inanan taraf hep sendin zaten. I was the asshole, you were the angel.”

“Okay, maybe you were the asshole but I was no angel.”

“Are you kidding me? You are like…the kindest person ever.”

The kindest person ever… Umut eden, inanan taraf… Gaye'nin tanıdığı, hatırladığı kız değildim ki artık. O henüz bunu bilmiyordu. Onun hatırladığı Nare olmak ister miydim yoksa bugün dönüştüğüm Nare'den memnun muydum? Eğer memnunsam yaşadığım acılara minnet duymam mı gerekiyordu? Beni yıkan, paramparça edenlere bir teşekkür mü borçluydum? Belki de o teşekkürü kendime borçluydum. Başıma gelen her şeye rağmen ayakta kaldığım için. Defalarca pes etsem de yeniden umut etmenin bir yolunu her zaman bulduğum için. Kendimle kavgalıyken bile kendim için savaşmaktan vazgeçmediğim için. Gerçek sevgiyle karşılaştığımda, o sevginin kalbime sızmasına izin verdiğim için. Kendime mutlu olma şansını tanıdığım için. Yeniden gülümsemenin, yeniden umut etmenin, kendimi düşünmenin yanlış olmadığını bu yüzden suçlu hissetmemem gerektiğini hatırladığım için. Acımı insanların beklediği şekilde yaşamadığımda, cehennemimden şüphe eden yargılayan bakışlara karşı dimdik durduğum için. Başkalarının ne istediğini umursamayıp sonunda kendi sesimi duymayı başardığım için. Bugünkü Nare'nin önünde hala uzun bir yol var ama o bir savaşcı. Her kadın gibi.  Ve ben o kadına inanıyorum.

“Sen anlatsana. Nerdeydin? Ne oldu sana Gaye? Ben… kayıp afişini gördüm. Benim burda olduğumu nerden bildin?” Dizlerimin beni daha fazla taşıyamayacağını fark edince oturdum. O da hemen yanıma oturdu. Yüzünü bana döndü. Saçları omuzlarındaydı. Ela gözlerinin altında koyu halkalar vardı. Yorgun görünüyordu ama hatırladığım Gaye'den çok da farklı değildi. Hala çok güzeldi. Gülümsemesi aynıydı. Güldüğünde çenesinde oluşan çukur, kokusu, bakışları aynıydı. Yıllar sonra ona bakmak, sesini duymak çok tuhaf bir duyguydu. Birlikte biriktirdiğimiz her anının kalbimde derin izler bıraktığını fark ediyordum. Gerçek beni gören ilk kişi oydu. Beni sevmesi için başkası olmama gerek yoktu. Gaye diğerleri gibi değildi. Sadece Nare olmam onun için yeterliydi. Tıpkı Gediz gibi… Gediz, Gaye'nin bende gördüğü her neyse onu görmüştü.

“Senin burda olduğunu herkes biliyor. Sonuçta seni buraya onlar çekti.”

“Vincent?”

Yutkundu. “Vincent.”

Gözlerini kaçırdığında yine o korkuyu gördüm. Vincent'tan bahsedildiğinde insanlar geriliyordu.

“Onunla tanıştın mı?” diye sordu.

“Hayır. Yani aslında evet. O zamanlar küçüktüm. Hayal meyal hatırlıyorum. Sen peki, sen tanıştın mı onunla?”

Başını evet anlamında salladı. Yine gözlerini kaçırdı. Elini tuttum.

“Sana ne oldu Gaye?” Bana bakması için bekledim. Hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmayan o Gaye’ye ne olmuştu?

“Siz Hindistan'a gittikten bir ay kadar sonra iki kız çocuğu kayboldu Romanya'da,” dedi durgun bir sesle. Hala bana bakmıyordu. “On altı yaşında iki yakın arkadaş okuldan çıkıyor ve bir daha eve dönmüyor. Ne gören var ne duyan. Kızları tanımıyordum ama etkilendim işte. Kendimce araştırmak istedim. Tabii benim babamın, senin babanın bu konuyla bir bağlantısı olabileceğini asla düşünmemiştim. Bunu öğrenince işler değişti. Daha fazla deşmek zorundaydım. Bir süre sonra bu durum dikkat çekmeye başladı. Vincent her şeyi görür. Her şeyi bilir. Ben o zamanlar…onun kim olduğunu bilmiyordum. Zaten hakkında komplo teorilerden başka bir şey bulmak imkansız. Adam hayalet gibi. Neyse sonra bir gazeteci buldu beni. Buluşmak istedi. Bildiklerimi anlatacaktım. Polisler beni ciddiye almıyordu. Belki basın işe yarar diye düşündüm. Yanılmışım çünkü beni bulan gazeteci de onlardanmış. Buluşmaya gittiğim gün her şey bitti. Gözümü açtığımda cehennemin dibindeydim.”

“Peki sen sonra nasıl…nasıl…”

“Beni tuttukları yerden kaçtım. O zamandan beri saklanıyorum.”

“Ne kadar kaldın orda?”

“Dört yıl.”

“Dört yıl… Ne… ne yaptı…ne yaptılar sana?”

“Korkma. Sandığın gibi bir şey olmadı. Daha çok ev hapsi gibiydi. Beni kilitledikleri oda bayağı klas bir odaydı aslına bakarsan.” Güldü. Bu yüzden korktum. Şakaya vurmaya çalışıyorsa durum sandığimdan daha ciddiydi çünkü. “Inernet, telefon, gazete, televizyon falan yasaktı. Dış dünya ile iletişim kurmamı sağlayacak her şey yasaktı. Beni neden öldürmediler ya da diğer kızlara… yaptıklarını yapmadılar bilmiyorum. Belki babamdan ötürü ya da başka bir planı vardı Vincent'ın.

Onu üçüncü yılın sonunda gördüm.” Durdu. Sesli bir şekilde birkaç kez yutkundu. Bu konuda konusmaktan rahatsız olduğunu görebiliyordum. “Odama geldi. Ben yine kaçmaya çalışmıştım. Bana neden kaçmak istediğimi sordu. Neredeyse alınmış gibiydi. Sanki kaçmaya çalışmak delilikti, mantıklı davranan oydu. Dışarda bir hayat olduğunu mu sanıyorsun dedi bana. Ikna ediciydi. O an düşününce… gerçekten ordan kurtulduğumda ne yapacağımı bilmiyordum. Ya bu öyle garip bir psikoloji ki… bir süre sonra dış dünyayı unutuyorsun. Tüm dünya o oda oluyor. Benimsemeye başlıyorsun. Kaçmak istemiyorsun. Savaşmayı bırakıyorsun."

“Ama kaçtın.”

“Kaçtım. Çok zor oldu ama kaçtım.”

“Peki bunca zaman nerdeydin?”

“Orda, burda, her yerde.” Omuz silkti.

“Suçlu hissediyorum.”

“Saçmalama. Neden?”

“Artık beni görmek istemediğini düşünüyordum. Aramadın, gelmedin. Sana ulaşamadım. Ailene bile. Ben sana kızdım, seni suçladım. Beni yalnız bıraktığın için. Unuttun sandım.”

“Unutmadım. Nasıl unutabilirim?”

Bu kez gözlerini kaçırmadı. Buruk bir tebessümle birbirimize baktık. Sonra o soruyu sordu. “Sana ne oldu peki Nare? Mutlu olduğunu görüyorum ama gözlerinde başka bir şey var. Sen anlat. Sana ne oldu?”



FLASHBACK
Nare 8 yaşında

Nare gözyaşları içinde evden koşarak çıktı ve ormana yöneldi. Koştu, koştu, koştu. Nereye gittiğini umursamadan koştu. Çok kızgındı. Annesi ve babası yine kavga ediyorlardı. Müzik kutusu bu kez işe yaramamıştı. Nare sesleri bastırmayı başaramayınca çareyi kendini dışarı atmakta bulmuştu. Yokluğunu fark ettiklerini sanmıyordu. Bir süre sonra evden bu kadar çok uzaklaştığı için pişman oldu. Birazdan hava kararacaktı. O zaman geri dönmek çok zor olabilirdi. Öfkesi yerini korkuya bıraktı. Nare etrafına bakındı hangi yönden geldiğini hatırlamaya çalışarak. Emin olamadı. Bir ağacın dibine çöküp ağlamaya başladı. Bu kez korktuğu için ağlıyordu. Sonra bir ses duydu. Bir kadın sesi. Şarkı söylüyordu. Nare sese kulak verdi.

One pill makes you larger, and one pill makes you small. And the ones that mother gives you, don’t do anything at all. Go ask Alice when she's ten feet tall.

Ses yakından geliyor gibiydi. Nare gözyaşlarını kurulayarak ayağa kalktı ve sesi takip etmeye karar verdi. Şarkı söyleyen her kimse belki Nare'nin eve dönmesine yardım edebilirdi.

And if you go chasing rabbits, and you know you're going to fall. Tell ‘em a hookah smoking caterpillar has given you the call. Call Alice when she was just small.”

Şarkıyı tanıdı. Annesinin sevdiği, zaman zaman dinlediği bir şarkıydı. Bir an şarkıyı söyleyen kişinin annesi olduğunu düşündü  ama bunun mümkün olmayacağını biliyordu. Sesin sahibini bulması çok sürmedi. Kocaman bir ağacın altında beyaz elbiseli bir kadın oturuyordu. Şarkıyı mırıldanan oydu. Nare'yi görünce şarkı söylemeyi bıraktı ve gülümsedi. Nare önce bu kadının kendisine benzediğini düşündü ama sonra onun kadar güzel olmadığına karar verdi. Güzel kadın hiçbir şey söylemeden Nare'yi yanına davet etti. Nare tereddüt etmeden uzun koyu renk saçlı gizemli kadının yanına oturdu. Gözlerini ondan alamıyordu ama insanlara gözlerini dikerek bakmanın kaba bir davranış olduğunu bildiği için ona bakmamaya çalıştı.

“Kayboldum,” dedi Nare sessizce.

“Kaybolmadın. Burdasın.”

“Eve nasıl döneceğimi bilmiyorum.”

“Neden ağlıyorsun?”

Nare cevap vermedi ama nedense onun cevabı bildiğinden emindi.

“Korktuğunda ya da çok üzgün olduğunda gözlerini kapat ve ona kadar say.”

Nare kaşlarını çattı. Ona kadar saymak kolaydı ama ne kadar sürerdi ki? On defa ona kadar saysa yine de sesleri susturamazdı Nare. “Peki ya geçmezse?”

“O zaman başka dillerde ona kadar saymaya devam et. Denemek ister misin?”

Denemek istedi. Birlikte gözlerini kapattılar ve saymaya başladılar.

Bir. Iki. Üç. Dört. Beş. Altı. Yedi. Sekiz. Dokuz. On.

One. Two. Three. Four. Five. Six. Seven. Eight. Nine. Ten.

Un. Deux. Trois. Quatre. Cinq. Six. Sept. Huit. Neuf. Dix.

***

“Özür dilerim. Özür dilerim bunları yaşamak zorunda kaldığın için çok üzgünüm. Seni asla yalnız bırakmamalıydım. Seni gerekirse o uçağa zorla bindirmeliydim, pes ettim. Defolup gitmeliydik birlikte. Özür dilerim.”

Her kelimesi durdurmaya çalıştığı hıçkırıklarının arasına sığdırılmış bir fısıltıydı. Gözyaşları sessizdi. Ona her şeyi anlattım. Anlayacağını, dinleyeceğini biliyordum. Kendi gözyaşlarımı sildim. Güç vermek istercesine sıktım elini.

“Özür dileme. Senin suçun değildi. Benim suçum da değildi.”

“O orospu çocuğuna ne oldu? O nerde? Hapiste mi? Nerde o aşağılık?”

“Öldü.”

“Sen mi öldürdün?”

“Hayır. Yani aslında denedim ama başaramadım. Uçurumdan düştü. Benim düştüğüm yerden düştü.”

“Iyi ki hayatta kaldın. Bu dünya sensiz bok gibi bir yer olurdu,” diye fısıldadı çenemden akan gözyaşımı işaret parmağının tersiyle silerken.

Güldüm. “Büyük ihtimalle.”

“Nare you are a mom now. Wow.” Duyduklarına inanamıyormuş gibi baktı. Aradan yıllar geçmişti. Ikimiz de çok değişmiştik aslında. Araya giren zamanın telafisi yoktu. Kaybettiklerimizi geri almanın bir yolu yoktu. Hem iki yabancıydık hem de birbirimizi herkesten iyi tanıyorduk.

“Yes, I am.”

“Gerçi babasının içerdeki yakışıklı Gediz olmasını tercih ederdim ama neyse.”

Iç geçirdim. “Trust me, I know.”

“Sancar’ı affetmemene çok sevindim. Ona bir şans daha verseydin ben de seni affetmezdim.”

“Ben de kendimi affetmezdim.”

“Onu seviyor musun?” Gediz'den bahsettiğini biliyordum. Yüzünde ciddi bir ifade vardı şimdi. Konu Gediz'e gelince biraz önce anlattıklarımın neden olduğu kalbimin üzerindeki ağırlık dağıldı sanki. Gözümde canlandı bir anda. Kalbim heyecanla çarptı.

“Çok seviyorum.”

“Gözlerindeki ışığın sebebi o sanırım. Aradığını bulmuşsun. Sana meydan okuyacak bir aşk.”

“Buldum.”

“Sevindim. Seni mutlu gördüğüme çok sevindim.”

Aramızda bir sessizlik oluştu. Ikimiz de göz teması kurmadık. Gaye'ye Gediz'den bahsetmek nedense daha zordu. Doğru kelimeleri seçmek için çabalarken buldum kendimi. O da aynı durumda gibiydi. Ikimiz de doğru kelimeleri bulamamış olmalıydık ki sessizlik sürdü. Bizi bu sessizlikten Gediz çıkardı. Bir şeyler içmek isteyip istemediğimizi sordu. Gaye nazikçe reddedip teşekkür etti. Konuşmanın geri kalanında Gediz'in de olması gerektiğine kadar verdik sonra. Gaye Vincent ile tanışmıştı. Cunicularium hakkında bizden daha çok şey bildiği kesindi. Belki bu kez oyunda bir adım öne geçebilirdik. Belki.

“Ben seni tehlikeye atmamak için iletişim kurmaya çalışmadım bunca zaman. Ama buraya geldiğinizi öğrendiğimde biliyordum. Daha fazla saklanamayacağımı biliyordum. Seninle konuşmam lazımdı.”

“Burda olman senin için tehlikeli yani.” Suçluluk duygusu içimde yer etmeye başlamıştı bile. Benim yüzümden zarar görmesini istemiyordum.

“Sorun değil. Ben başımın çaresine bakarım. Ama sizin burdan gitmeniz gerek. Nare senin kaybedecek çok şeyin var. Bir kızın var.” Bir sonraki cümleyi kurmadan önce duraksadı. Gediz'e hızlı bir bakış attı. “Aşık olduğum bir adam var. Mutlu olmak için bir şansın var. Bunu hak ediyorsun. Kalırsan her şeyi kaybedebilirsin.”

“Kalmak zorundayız.”

“Sen de onaylıyorsun sanırım?” diye sordu Gaye Gediz'e.

“Onu yalnız bırakmayacağım. Sonuna kadar gitmek istiyorsa sonuna kadar gideceğiz. Birlikte.”

“Peki öyleyse. Elinizde ne var? Vincent sizinle oynuyor. Ondan bir adım önde olmanızı sağlayacak bir şey biliyor musunuz?”

“Aslında pek bir şey yok. Eski bir polisle konuştuk. Pier. Kaybolan kızlardan bahsetti. Senin kayıp olduğunu da öyle öğrendik zaten. Bu kaybolan kızların Vincent ile olan bağlantısından bahsetti.”

“Pier demek.”

“Tanıyor musun?”

“Pek değil ama sizinle konuştuysa bunu yapmasını ondan Vincent istemiştir.”

“Adam Vincent’tan nefret ediyor. Neden ona yardım etsin?”

“Korku Nare. Korku Çok güçlü bir duygu. Korku insana her şeyi yaptırır. Pier de Vincent'tan deli gibi korkuyor.”

“Zaten adımızı duyduğunda adamın yüzünün şekli değişti. Kesinlikle geleceğimizi biliyordu. Hatta bizi bekliyor gibiydi,” dedi Gediz.

Haklıydı. Elimize geçen her bilgiyi Vincent Boucher kontrol ediyordu. Adım adım oynuyordu. O ne istiyorsa ne zaman istiyorsa her şey o şekilde o zaman oluyordu. Bunun önüne geçmek çok zordu çünkü her yerde gözü olan oydu. Biz neyle savaştığımızı bile bilmiyorduk. “Bize Cunicularium ile ilgili ne anlatabilirsin Gaye? Seni tuttukları yer nasıl bir yerdi? Odanın dışına hiç çıkabildin mi mesela.”

“Beni tuttukları yer sürekli değişiyordu. Tabii ben bunu çok sonra öğrendim. Oda birebir aynıydı. Her bir ayrıntısı. Fark etmek imkansızdı. Pencereler tamamen kapalıydı. Dışarıyı göremiyordum. Bir gece yemeği yemedim. Tuvalete döktüm. Içine uyku ilacı kattıklarını düşünüyordum çünkü saatlerce deliksiz uyuyordum.”

Şüpheyle gözlerimi kıstım. “Sen ve deliksiz uyku?”

“Aynen öyle. Benim gibi uyku problemi yaşayan birinin sürekli uyumak istemesi mantıksızdı. Ben de yemeği yemedim. Haklıydım. Çünkü o gece beni başka bir mekana taşıdılar. Üstelik yakın bir yer de değildi. Gözlerim bağlı olduğu için bir şey göremedim. Uyuyormuş gibi görünmeye çalışmakla o kadar meşguldüm ki fark etmem gereken bir ayrıntı varsa da fark edemeyecek kadar gergindim. Gittiğimiz yerin büyük fazlasıyla ihtişamlı bir malikane olduğunu ancak ordan kaçarken görebildim. Lüks mekanlar seçiyordu. Fazla lüks mekanlar. Sıradan insanların yanlışlıkla adım atamayacağı mekanlar. Cunicularium’un aslında ne olduğuna dair bir fikrim yoktu. O geceye kadar. Kapıyı kilitlemeyi unuttular ya da bilerek kilitlemediler. Belki de görmemi istediler. O psikopatın aklından ne geçiyordu kim bilir. Ama şunu söylebilirim, Pier’in anlattıkları doğru. Kayıp kızlardan onlar sorumlu.”

“Ne gördün o gece?”

“Bütün odalar, koridorlar, her şey Alice in Wonderland teması ile dizayn edilmişti. Ormanın derinliklerinde karanlık bir masal. Duvarlarda kitaptan alıntılar, motifler… O odalarda neler olduğunu bilmesen mimarisine, tasarımına hayran kalabilirsin tabii. Işkence odaları var. Dark Web'deki Red Rooms gibi. Duvarları ses geçirmez. Içerde avazın çıktığı kadar bağırabilirsin ama kapının ardında çıt çıkmıyor. Çok zengin, saygın, başarılı ve alışılmadık zevkleri olan iş adamlarının karanlık fantezilerini gerçekleştirmek için var Cunicularium. Vincent’ın yarattığı Wonderland bu işte. A twisted version of it.”

“Alışılmadık zevkler…?”

“Şöyle örnek vereyim. Diyelim ki ben çok zengin, herkesin saygı duyduğu, yardım kuruluşlarına sürekli yüklü miktarlarda bağış yapan ikiyüzlü yalancı şerefsiz herifin tekiyim. Burda bir parantez açayım çünkü şerefsiz bir herif olmak önemli. Cunicularium’a kadınlar üye olamıyor. Ne büyük kayıp değil mi?”

“Şaşırdığımı söyleyemeyeceğim.”

“Parantezi kapatıp devam ediyorum o zaman. Diyelim ki birini öldürmek istiyorum. Birine işkence etmek istiyorum ya da aklına gelebilecek en iğrenç senaryoyu düşün, onu yapmak istiyorum. Ama tabii nasıl yapacağım bunu? Mahkeme var, yargı var, korumam gereken bir itibarım var. Insanlar aşağılık piçin teki olduğumu öğrenmemeli. Işte burda devreye Cunicularium giriyor. Bu sistem bana istediğim her şeyi altın tepside sunuyor. Mesela küçük bir kız çocuğuna mı zarar vermek istiyorum, hayalimdeki mükemmel kurbanı bana Cunicularium buluyor. Sonra bizi işkence odalarında buluşturuyorlar. O odada tanrı benim. Küçük kızın çığlıklarını kimse duymuyor, kimse umursamıyor. Son nefesini verdiğinde ben eğlencem bittiği için üzülüyorum sadece. Ceset için endişe etmeme de gerek yok çünkü bununla da Cunicularium ilgileniyor. Belli bir ücret karşılığında her şey mümkün. Belki de izlemeyi seven bir orospu çocuğuyumdur. Cunicularium benim için de bir şey düşünmüş. Işkence odasındaki kurbana yapmak istediğim her şeyi yapmakla görevli biri dahil oluyor. Mesela kurbanın kolunu mu kesmek istiyorum? Parasını veriyorum, görevli kişi istediğimi yapıyor. Ben de izliyorum. Tüm bunlar özel bir parti adı altında yaşanıyor tabii. Kimsenin hiçbir şey haberi olmuyor. Cesetler ortadan kaldırılıyor. Paralar ödeniyor. Orospu çocukları da evlerine karılarının yanına dönüyor. Hatta ertesi gün belki bir kadın cinayeti haberi gördüğünde ekrana çıkıp kadın haklarını savunuyor. Brkaç damla gözyaşı da eklerse bir de. Alkışlar. Ve kapanış.”

“Hayatta kalma şansları yok mu? Belki biri kaçmayı başarmıştır. Belki-"

“Yok. Ordan kimsenin canlı çıkma ihtimali yok Nare.”

Bu gerçekle yüzleşmek ağırdı. Onca kayıp çocuğun evine sağ salim dönmeyeceğini bilmek, bunu kabul etmek ağırdı. Eğer bu doğruysa Leda ölmüştü. Giselle’in Leda olmadığı da kanıtlanmış sayılırdı. Ann Maura Harrington da ölmüş olmalıydı. Remember... Hatırladım. Hatırladım ama neye yaradı ki? Dünya kocaman bir çocuk mezarlığı. Yakılan ağıtlar, edilen dualar, dökülen gözyaşları bu gerçeği değiştirmiyor. Toprak bu utancı daha ne kadar saklar? Peki biz, biz daha ne kadar gökyüzüne bakacağız bir mezarın üzerinden? Her bir zerresi kırmızıya dönüşene kadar bekleyecek miyiz? Bekleriz değil mi? Bekleriz tabii. Boğazımıza kadar kana, çamura batsak bile kimin umrunda ki? Gökyüzü mavi! Toprak ölüm kokuyor ama gökyüzü mavi! Çocuklar ağlıyor ama bak kuşlar ne güzel ötüyor! Sakın bakma aşağı! Gökyüzü mavi! Duyma çığlıkları! Gökyüzü mavi! Ölüyoruz ama gökyüzü mavi! Gökyüzü mavi mi?

“Peki dövme…” dedim yorgun bir sesle. “Beyaz tavşan dövmesi. O sadece üyelerde varmış. Bizim babalarımızda yok. Neden? Onlar da bu işin içinde değiller mi?”

“Üye değiller. Sadece birlikte iş yapıyorlardı. Cunicularium için gizlilik esas. Herkesi aralarına kabul etmiyorlar. Senin babanın da benim babamın da bildikleri sınırlıdır.”

“Dışardaki kulübe… Orda zincire vurulan küçük kızlar peki?”

“Belli zamanlarda toplandıklarını söylemiştim. Vincent bu toplantılara Tea Party diyor. Toplantı günü gelene kadar kızlar farklı yerlerde tutuluyor. Sanırım dışardaki kulübe o yerlerden biri.”

“Kesilmeye bekleyen kurbanlar gibi…”

“Biraz öyle, evet.”

“Nerde o? Vincent nerde, biliyor musun?”

“Bilmiyorum ama yakında karşına çıkacağından eminim. Ben de bu yüzden korkuyorum zaten. Bir planın var mı? Onunla karşı karşıya geldiğinde ne yapacaksın? Çünkü o gün gelecek Nare. O zaman ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum.”

“Yine de bu oyunu oynamaya kararlısın.”

“Evet.”

“Sana yapma demeyeceğim. Ne kadar inatçı olduğunu biliyorum. Sadece çok dikkatli ol.”

Babamı bir kez daha ziyaret etmenin zamanı gelmişti. Yine konuşmayacağını biliyordum ama vereceği tepkiyi merak ediyordum. Gaye bizimle konuştuktan sonra gitmek için ayaklandı. Burda kalmasının benim için de onun için de tehlikeli olduğunu söylediğinde itiraz edemedim. Güvende olmasını istiyordum.

“Peki sana ulaşmak istersem…”

“Ben seni bulurum.”

En azından hayattaydı. Onu kaybetmemiştim. Kalbim ikiye bölünmüş gibiydi. Bir yanım ögrendiklerimin ağırlığı altında eziliyordu. Diğer yanım ise hala mutlu olmak için küçük sebepler bulabiliyordu. Bu kadar kötü bir dünyada gülümseyebilmek delilik değil miydi? Delilikten de fazlasıydı belki. Mutlu olmaya hakkımız var mıydı gerçekten? Kaybettiklerimizden sonra devam etmek için bir sebep aramak bencilce değil miydi? Bir saat kadar önce içerde Gaye için yas tutuyordum. Sonra kapı çalmıştı ve o gelmişti. Eminim diğer kayıp kızların yakınları aynı şeyin hayalini kurmuştur her gün. Kapı çalsın, o gelmiş olursun. Bu kabus sona ersin… Ama o kapı onlar için hiç çalmadı. Gaye'nin anlattıklarına göre hiçbir zaman da çalmayacaktı. Ama bekleyiş asla sona ermeyecekti. Sonra cesedine bile razıyız, bari cesedini bulun diyeceklerdi gözyaşları içinde. Ama herkes yüzünü çevirecekti, duymamazlıktan gelecekti. Zaman geçecekti ve bir annenin, bir babanın, bir kardeşin yakarışları herkesin unuttuğu eski bir haberin yankılarına dönüşecekti. Isimler tozlu dosyaların içinde çürümeye terk edilecekti. Gaye geri döndü. Peki ya diğerleri? Onca insanın beklediği mucize benim başıma geldi diye sevinmeli miydim yoksa suçlu mu hissetmeliydim? Sevinmeye hakkım var mıydı? Çalmayan her kapıdan özür dilesem bana bu hakkı verirler miydi?

Gaye’nin gitmeden önce kapıda Gediz'in kulağına eğilip bir şey fısıldadığını gördüm. Ilk fırsatta sordum ne söylediğini. Gediz yüzünde garip bir ifadeyle cevap verdi. “Ona iyi bak dedi.”

“Seni tehdit ediyorsa onaylıyor demektir.”

“Beni onayladığını mı düşünüyorsun?”

“Evet. Şanlısın. Sancar'dan nefret ediyordu.”

Biraz önce oturduğum koltuğa geri döndüm. Gediz de beni takip etti. “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi yanıma oturduğunda.

“Tabii.”

“Gaye ve sen…siz hiç…sizin aranızda bir şey mi vardı?”

Ses tonunda öfke ya da suçlama yoktu. Bu sorunun cevabını bilmek istemesini anlıyordum. Aslına bakarsanız benim kendime hiçbir zaman sormadığım ama cevabını içten içe bildiğim bir soruydu. Gediz'in de bilmeye hakkı vardı. “Aramızda söze dökülmüş bir şey yoktu. Biz bunu hiç konuşmadık. Yani birlikte değildik. Ama ikimiz de biliyorduk sanırım. Benim ona karşı hislerim vardı. Onun da bana. Bunu hiçbir zaman konuşmadık ama biliyorduk. Oh my God. Is this weird? This is weird. Should I stop talking? I'm gonna stop talking.”

“It is not weird. It is okay.”

“Is it?”

Güldü. “Gaye için beni terk etmeyi falan düşünmüyorsan sorun yok.”

“Aklımı okudun.”

Gediz'in gülüşünü izlerken bir an için düşündüm. Aynı cümleleri Sancar'a kursaydım alacağım tepkiyi düşündüm. Zaten Sancar en başından bu kadar kibar bir şekilde sormazdı. Kıskançlık krizlerine girer, kavga çıkarırdı, beni suçlardı. Hatta muhtemelen onu aldattığımı iddia ederdi. Gediz gerçekten ondan o kadar çok farklıydı ki. Gediz huzurdu.

“Kıskandın mı sen bakayım?” diye takıldım ona.

“Kıskanmadım. Aksine bir zamanlar bu kadar güzel sevildiğini, sevdiğini bilmek mutlu etti beni.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten. Etrafın sevmeyi bilmeyen insanlarla çevriliyken; incitmeyen, sana kendini iyi hissettiren, seni kendine düşman etmeyen bir aşkı tanımış olman çok güzel. Ne kadar karanlık olursa olsun sen ışığını hem bulmuşsun.”

“Bu kadar mükemmel olmak zorunda mısın? Sana daha fazla aşık olmak istemiyorum.”

“Artık çok geç.” Bana doğru eğildi ve fısıldadı. “Kalbin benim.”

“Kalbim senin,”diy karşılık verdim ve ekledim. “Ama tabii ki seni öpmeyeceğim çünkü hala cezalısın.”

“Gaye çok haklı. Gerçekten inatçısın.”

“Inat değil canım, kararlılık.”

Hâlâ çok yakınımda duruyordu. Üstelik gözleri dudaklarımdaydı.  “Beni öpecekmiş gibi bakmayı kes.”

“Öyle bakmıyorum.”

“Öyle bakıyorsun.”

“Ya da beni öpmek istediğin için sen öyle görüyorsun.”

“Ha görmek istediğimi görüyorum yani ben.”

“Psikolojide bunun bir adı vardı galiba.”

“Shut up and kiss me syndrome?”

“Çenemi kapatıp seni öperdim ama cezalıyım.”

“Evet, öylesin.”

“Şimdi de sen beni öp der gibi bakıyorsun.”

“Görmek istediğini görüyorsundur Gediz Işıklı.”

“Demek ki aynı şeyi görmek istiyoruz. Ne kadar uyumlu bir çiftiz değil mi?”

“Hı hı.”


FLASH SIDEWAY

“Nereye?”

Cevap vermek için ağzımı açmıştım ki Gediz beni yatağa geri çekti. “Ama sen böyle yaparsan biz bu yataktan hiç çıkamayız,” dedim gülerek. Onun dudakları çoktan boynumu bulmuştu bile.

“Çıkmayalım o zaman,” diye mırıldandı. Parmakları vücudumda dolaşırken biraz önce başlayan konuşmanın devamını getirmek neredeyse imkansızdı ama direndim.
“Kimin düğününe gidiyoruz söylemeyecek misin?” diye sorarken inlememek için dudaklarımı ısırdım. Başını kaldırıp bana baktı yüzünde karşı konulmaz bir gülümsemeyle. Yakalanmıştım.

“Yakın bir arkadaşımın.”

“Yakın bir arkadaşın ve ben tanımıyorum?”

“Muğla'da yaşıyor. New York'a hiç gelmedi. O yüzden sizi tanıştıramadım. Kendisi aynı zamanda Muğla’daki şirketin ortağı.” Bir yandan da saçlarımla oynuyordu. Ona direnmek gittikçe güçleşiyordu. Konuda kalmaya çalıştım.

“Hem de… Peki ne kadar yakın bir arkadaş? Izzy'den daha mı yakın?”

“Izzy'den daha yakın değil. Ama düğününe gitmezsek ayıp olur. Sen annem ve ablamla tanışacağın için mi gerginsin bu kadar?”

“Gerginim tabii ki. Bana evlenme teklifi ettiğini biliyorlar mı?”

“Evet, biliyorlar. Ayrıca gerilmene hiç gerek yok çünkü sana bayılacaklar.” Dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu. Bir elimi çıplak omzuna koydum.

“Ya bayılmazlarsa?”

Omzundaki elimi kalbinin üzerine götürdü.  “Öyle bir seçenek yok.”

“Gediz…”

“Nare…”

“Öyle bir seçenek var, biliyorsun.”

“Sen beni seviyor musun?” diye sordu birden.

“Seviyorum,” dedim gözlerinin içine bakarak. Diğer elim yüzüne uzandı.

“Ben de seni seviyorum. Gerisinin bir önemi yok.” Dokunuşumla gözlerini kapattı bir an için.

“Ama onlar ailen. Onlara da ne düşündüğünüzün bir önemi yok diyebilir misin?”

“Bu benim hayatım. Onların değil.”

“Haklısın.”

“Genelde haklıyımdır.”

“Bazen. Ara sıra.”

Güldü ve beni bir kez daha öptü. Sonrasında o kahrolası soruyu sordum.

“Peki bu düğününe gideceğimiz arkadaşının bir adı var mı?”

“Sancar.”

Ding dong. Huzur dolu dakikalarin sonuna gelmiş bulunmaktayız. “Sancar mı?” Yok canım, koskoca Muğla’da bir tane Sancar olamaz herhalde. O değildir.

“Evet, ne oldu?”

“Soyadı ne?”

“Efeoğlu.”

Allah kahretsin.

***

“Trick or treat?” dedi Gediz gülümseyerek babam kapıyı açtığında.

Babam bıkkın bir şekilde kafasını kapıya yasladı. Papağan gibi aynı cümleyi tekrar etti. “Size bir şey bilmiyorum dedim.”

Dengesini bozmam için ne söylemem gerektiğini biliyordum. Sadece iki kelime.
“Vincent Boucher.”

Işe yaradı. Ses tonu, yüzündeki ifade anında değişti. Kapıyı yüzümüze kapatmak yerine bizi içeri aldı. Ondan bir kez daha bildiklerini anlatmasını istedim. Cunicularium’u bildiğimizi, daha fazla bir şeyler saklamak için çabalamasının anlamsız olduğunu söyledim.

“Her şeyi öğrenmişsiniz işte. Benden ne istiyorsunuz?”

“Onlarla iş yapıyordun. Ne kadarını biliyorsun? Ortadan kaldırdığın kaç ceset var ve onlardan nasıl kurtuldun?”

“O sadece bir kere oldu. Benim işim cesetlerden kurtulmak falan değildi. Bu işle de bizzat ben ilgilenmedim o yüzden cesedin nerde olduğunu bilmiyorum. Tamam mı, rahatladınız mı?”

Bu işle…İş… Genç bir kız öldürülüyor ve sonra birilerinin başından atmak için uğraştığı bir işe dönüşüyor. Bu dünya niye hala dönüyordu ki?

“Hayır.”

“Bak Nare, siz ne biliyorsanız ben de o kadarını biliyorum. Belli günlerde toplandıklarını biliyorum ama toplantıların hiçbirine katılmadım. Onlardan olmayan kimseyi almıyorlar. Ve ben onlardan değilim.”

“Bunca zamandır takip edildiğimi biliyor muydun peki? Bana yaptıklarını, bıraktıkları mesajları biliyor muydun? Tüm bunlardan haberin var mıydı, sen de mi bunun içindesin? Benimle konuşmanı Vincent mı istedi?”

“Hayır tabii ki haberim yoktu! Kimse benden bir şey istemedi. Artık birlikte iş yapmıyoruz..”

“Ne zamandan beri?”

“Akın öldüğünden beri.”

“Doğru ya. Akın… O tüm bunların ne kadar içindeydi? Dövmesi yoktu, üye değildi o zaman?”

“Değildi ama olacaktı. Otuz üç yaşına geldiğinde kulübe kabul ediliyorsun. Dövme o zaman yapılıyor.”

“Neden otuz üç?”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Akın seni neyle tehdit ediyordu?”

Sustu.

“Söylemeyeceksin değil mi? Ama inan bana bulacağım.”

“Bu oyunu oynamak zorunda değilsin. Hala geri dönebilirsin.”

“Neden geri döneyim? Vincent ne yapar, öldürür mü beni?”

“Ölümden daha kötü şeyler var.”

Histerik bir kahkaha attım. “Bana mı anlatıyorsun, ben ölümden daha kötü ne varsa hepsini yaşadım.”

“Sen daha hiçbir şey yaşamadın. Çocukluk etme ve git burdan. Bırak bu işin peşini.”

“Ben daha hiçbir şey yaşamadım öyle mi? Çocukluk ediyorum öyle mi? Ben çocukluk edemem ki baba. Ben çocukluk etmek ne demek bilmiyorum. Ama sen şimdi bunu söylediğim için bile çocukluk ettiğimi düşünürsün. O gece de böyle demiştin hatırlıyor musun? Bundan sonra çocukluklarına şımarıklıklarına tahammülüm yok Nare. Ben hiç şımarık bir çocuk olmadım. Sen de benim şımarıklıklarıma hiç tahammül etmedin. Babalara kızlarının nazı geçer derler. Benim sana nazım hiç geçmedi. Sokaktaki kedinin başını okşar insan, sen benim başımı bir kez olsun okşamadın. Sen bana tahammül edemedin ya baba. Yüzüme beş saniyeden fazla bakamadın ya. Sen mi bana diyorsun çocukluk etme diye. Kabus gördüm, gelmedin. Işığı da kapattın kapıyı da. Düştüm, ağladım. Ağladığım için kızdın. Hatırlıyor musun, bir keresinde bahçede bir taşa takılıp düşmüştüm. Sivri tarafı denk gelmişti. Bacağım yarılmıştı. Çok fazla kan vardı, çok canım yanıyordu ama sen kızma diye ağlamamıştım. Ağlamadığım için benimle gurur duyarsın sanmıştım. Ama sen sakarsın, yürürken önüne neden bakmıyorsun diyerek azarlamıştın beni. Ben bir türlü doğru olamadım ki senin gözünde. Oturup kalkışım, saçım başım, kıyafetim, davranışlarım hep yanlıştı sana göre. Sefirin kızı olmayı başaramadım. Bu hayatta yaptığım hiçbir şeyi onaylamadın. Ben yaramaz bir çocuk değildim baba. Bir köşeye oturur sadece kitap okurdum. Ben şımarık bir çocuk değildim. Ama hep öyle olduğumu iddia ettin. Ya tecavüze uğradım, bıktım şımarıklıklarından dedin bana. Nasıl yaptın bunu bana baba? Insan düşmanına yapmaz, sen kendi kızına yaptın. Bu kadar mı nefret ediyorsun benden?”

“Senden nefret etmiyorum, saçmalama.”

“Saçmalama. Tabii. Saçmalayan benim. Saçmalayan her zaman benim.”

“Niye eski defterleri açıyorsun ki şimdi? Geçti gitti hepsi.”

“Senin için geçti gitti, benim için geçmedi. Geçmeyecek.”

“Ne yapmamı istiyorsun? Ne söylememi istiyorsun?”

“Hiçbir şey yapma, hiçbir şey de söyleme. Canın cehenneme baba.”


FLASH SIDEWAY

Geçmişin gelecekle bir derdi var. Sevmiyor geride kalmayı, unutulmayı. Hep geleceği yakalamanın bir yolunu arıyor. Geçmiş tam bir kontrol manyağı. Attığın her adımdan kendine pay biçiyor. Aldığın her nefese kendini de sığdırmaya çalışıyor. Hafızanı meşgul etmek ona yetmiyor. Hayatını ele geçirmek istiyor geçmiş. Bazen ondan yeterince uzaklaştığını sanıyorsun. Geriye dönüp bakıyorsun ve onu görmüyorsun. Ama geçmiş hiç pes etmiyor. Kestirme yollar arıyor sürekli, yeniden önüne çıkabilmek için. Geçmiş inatçı, geçmiş sabırlı, geçmiş ayrılığı kabul edemeyen öfkeli bir eski sevgili. Ben geleceğe bakıyordum. Geçmiş çok geride kalmıştı. Ama dedim ya geçmiş yeniden önüne çıkabilmek için kestirme yollar arar diye. Benim geçmişim o kestirme yolu buldu ve karşıma dikildi. Şimdi ne olacak? Yaşadığım onca acıdan sonra mutlu olmak için bir sans yakalamıştım. Bunu kaybedemezdim. Gediz'i kaybedemezdim. Ona her şeyi anlattım aslında. Aramızda henüz bir şeyler başlamamışken anlattım hatta. Biz birbirimize hiç yalan söylemedik. Akın'ın bana yaptıklarını biliyor. Güvendiğim, elimi bırakmayacağını sandığım adamın beni nasıl kapının önüne koyduğunu, sırf bu yüzden intiharın eşiğinden döndüğümü biliyor. Hamile olduğumu öğrendiğimde kendimden nasıl tiksindiğimi, aldığım her nefesten nasıl nefret ettiğimi biliyor. Yapmadım. Doğurmadım o çocuğu. Babasının kim olduğunun bir önemi yoktu. Akın ya da Sancar. Ikisi de hayatımı mahvetmişti. Yapamadım. Doğurmadım o çocuğu. Gediz bunu da biliyor. Ama ucundan döndüğüm uçurumun Muğla'da olduğunu bilmiyor. Beni kapının önüne koyan kişinin yakın arkadaşı Sancar olduğunu bilmiyor. Ona adını, kim olduğunu hiç söylemedim. O da üstelemedi. Her şeyi anlatmak yeterince zordu. Yeniden güvenmek, inanmak zordu. Ama ona aşık olmak en kolayıydı. O aşkı kabullenmek, ona teslim olmak zaman alsa da ona aşık olmak en kolayıydı. Birlikte çok şey atlatmıştık. Bunu da atlatamaz mıydık? Ona söylemek zorunda olduğumu biliyordum ama bir türlü cesaretimi toplayamadım. Sessizliğim biz Muğla'ya varana kadar sürdü. Ama havaalanında el ele yürürken ona daha fazla yalan söyleyemeyeceğimi ve bunu benden duyması gerektiğini çok iyi biliyordum. Durdum. Ben durunca o da durdu. “Sana anlatmam gereken bir şey var,” dedim cılız bir sesle.

“Burda mı?”

“Burda.”

Muhtemelen geç kaldığımızı falan söyleyecekti ama yüzümdeki ifadeyi görünce basını sallayarak beni dinlemeye hazır olduğunu ima etti. Oturduk. “Ben sana yalan söyledim.”

“Ne konuda?”

“Ben aslında Sancar’ı tanıyorum.”

“Nerden tanıyorsun?” Hâlâ sakindi. Anlamaya çalışıyordu.

“Hani sana birinden bahsetmiştim. Ben… tecavüze uğradığımı söylediğimde bana inanmamıştı.”

“Sancar'la ne alakası…bir dakika. Seni kapının önüne atan o aşağılık herif Sancar mı?!”
Sessizce onayladım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gediz bahsettiği yakın arkadaşının Sancar olduğunu söylediğinden beri hayatım altüst olmuştu. Gediz'e söyleyemedikçe kendimi yiyip bitirmiştim. Çok gergindim. Nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum. Onu kaybetmekten çok korkuyordum ama bunu bilmek zorundaydı. Ayağa kalktı birden. Çok şaşkındı. “Nasıl ya? Sen ciddi misin? Ciddisin. Sen ciddisin.”

“Özür dilerim.”

“Neden söylemedin Nare? Sana sordum. Neden anlatmadın?”

“Özür dilerim. Anlatmalıydım biliyorum. Yapamadım.”

“Nare çok özür dilerim. Bilseydim seni asla buraya getirmezdim. Dönebiliriz. Istersen dönebiliriz.”

“Sen neden özür diliyorsun?”

“Seni hayatını mahveden adamın düğününe getirdim çünkü. Nasıl yaptım bunu ben ya… Bak hu şehirde olmak sana iyi gelmeyecekse hemen şimdi dönebiliriz. Hiçbir şey umrumda değil, sadece iyi olmanı istiyorum.”

Hâlâ beni düşünüyordu. Gerçeği ondan gözlediğim için bana kızmamıştı bile. Benim incinmemden korkuyordu. Benim canımın yanmasından korkuyordu. O an ona sımsıkı sarılıp hiç bırakmamak istedim. Bu kadar güzel sevebildiği için ona minnettardım.
“Dönmemize gerek yok, gerçekten sorun değil.” Tabii kaçmayacaktım. Sancar benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Içim ona karşı buz gibiydi. Aslına bakarsanız evleneceği kadın için üzülüyordum.

“Nasıl sorun değil? Onu görünce sana yaşattıklarını hatırlayacaksın. Canın yanacak. Bunu sana yaşatamam.”

“Canım yanmayacak. O artık benim canımı yakamaz. Önceden öfkeliydim ona karşı. Hem de çok öfkeliydim ama geçti. Geride kaldı. Artık öfkeli bile değilim. Hiçbir şey hissetmiyorum. Dugune gidebiliriz, sorun yok.”

“Sancar'ın yüzüne tükürmek için gidebiliriz düğüne, haklısın.”

“Gediz.”

“Aklımı kaçıracağım ya. Ben böyle bir adamla nasıl dost oldum, nasıl ortak oldum?! Ben nasıl göremedim bunu. Allah kahretsin.”

“Lütfen sakin ol.”

“Bitti.”

“Ne bitti?”

“Ortaklık da bitti dostluk da bitti.”

“Saçmalama, birlikte iş yapıyorsunuz. Bu kadar kolay nasıl karar veriyorsun?”

“Ben böyle bir adamla ne dost olabilirim ne de onunla iş yapabilirim. Ölebilirdin Nare. O uçurumdan atlayabilirdin ve ölebilirdin. Onun yüzünden,” dedi tiksintiyle.

“Ama bak burdayım. Yaşıyorum.”

“Peki ya çektiğin acı? O ne olacak? Sana inanmadı. Hâlâ inanamıyorum ya. Bu adama dostum dediğime inanamıyorum. Aklım almıyor. Ağzını burnunu kırmak istiyorum.”
“Sen öyle biri değilsin.”

“Gidelim burdan.”

“Olmaz. Hem annemlere söz verdik. Onlar da gelmemizi bekliyor. Ben zaten buraya senin annenle ve ablanla tanışmaya geldim hatırladın mı? Geri dönmüyoruz. Ayrıca o düğüne de gidiyoruz.”

“Gidelim tabii. Onun yakasına yapışmadan benim için rahat etmez.”

“Öyle bir şey yapmayacaksın. Söz ver.”

“Nare.”

“Lütfen Gediz. Bak bana.” Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. “O geçmiş. Sen benim geleceğimsin. Bize bunu yapmasına izin verme.”

“Ne yapayım peki? Susamam Nare. Karşıma geçip bana sadıcım dediğinde yüzüne hiçbir şey olmamış gibi bakamam. Bu gece bu dostluk da ortalık da bitecek.”


***

“Akın'ın evine gitmemiz lazım. Buralarda bir evi var. Adresi biliyorum. Belki sonraki mesaj oradadır. Kesin ordadır. Başka nerde olacak?” Düşünme. Biraz önce olanları düşünme. Aptal. Aptalsın. Niye açtın ki bu konuyu? Ne bekliyordun? Kahretsin. Iki kere kahretsin.

“Nare.”

Gediz'in bana seslenmesine aldırmadan hızla indim basamakları. “Buraya çok uzak değil. Yol kırk dakika falan sürer. Hava tam anlamıyla kararmadan varmış oluruz. Anahtar yok ama arka kapıdan girebiliriz muhtemelen.”

“Nare.” Bu kez kolumu tuttu. Ona bakmak zorunda kaldım. Ağlamamak için yanağımın içini ısırdım. “Efendim?”

“Oturalım mı?” Beni nazikçe basamaklara oturttu. Arabadan su alıp bana uzattı ardından. “Biraz iç.”

Onu dinledim. Suyu geri uzatırken “Öyle bakma, iyiyim ben,” diye ekleme gereği duydum. Dağılmayacaktım. Babam beni neden sevmiyor diye ağlayacak yaşı çoktan geçmiştim. Kabullenmiştim. Bu gerçekle barışmıştım.

“Iyi olduğunu biliyorum ama yine de içerde yaptığın kolay bir şey değildi,” dedi Gediz yanıma otururken.

“Niye öyle söyledim, bilmiyorum. Gerek yoktu. Ne bekliyordum, bilmiyorum. Beni anlamasını mı, pişman olmasını mı, özür dilemesini mi? Ne fark eder ki? Artık benim de umrumda değil. Önceden acıtıyordu. Artık bir önemi yok. Geçti.” Geçti… Artık bir önemi yok.

“Bence zaten bu baba konusunu fazla abartıyorlar.”

Gülümsedi. Yine moralimi düzeltmeye çalışıyordu. Şu durumda bile yüzümde bir tebessüm olmayı başarması takdire şayandı. “Bence de çok abartıyorlar.”

“Benim de çok sevgi dolu bir babam yoktu, biliyorsun. Onun savunduğu her şeyin zıttı bendim. Benim savunduğum her şeyin zıttı da oydu. Normal şartlarda ona benzeyen biriyle aynı ortamda bile bulunmam ama sırt babam olduğu için onu sevmek zorunda olduğumu iddia eden bir dünya var. Dünyanın en iğrenç adamı bile olabilir ama ben sırf babam olduğu için onu sevmek zorundayım. Çok saçma değil mi? Bence aile böyle bir şey değil. Kendi ailesini seçebilmeli insan.”

Fazlasıyla haklıydı. Babam bana elini uzatmamıştı için. Ama beni hiç tanımayan Doğa tereddüt etmeden inanmıştı, yardım etmeye çalışmıştı. Sıla, Müge beni Akın'ın elinden kurtarabilmek için kendi hayatlarını tehlikeye atmışlardı. Hissettiğim gibi yaşamamı öğütlemekten  hiç vazgeçmeyen Gaye sonra. Benim için herkesi karşısına alan Gediz. Bu durumda benim gerçek ailem hiçbir zaman yanımda olmayan babam mıydı yoksa beni koşulsuz seven bu insanlar mı? Bence cevap açık ve netti. “Bence de. Sevgi zaten hak edilen bir şey olmalı. O sevgiyi hak etmeyen birini seviyorsan kendine saygın yok demektir.”

“Bu söylediklerimiz için bizi çarmıha germek isteyecek yüzlerce insan bulabilirim.”

“Well, fuck them.”

“Fuck them, indeed.”

“Kimsenin sevgisine muhtaç değiliz. Sevgi böyle aciz bir şey olmamalı. Seni senin sevgine muhtaç olduğum için sevmiyorum ki. Seni sen olduğun için seviyorum. Sen benim seçtiğim ailemsin.”

“Sen benim seçtiğim ailemsin.”

Gözlerimiz buluştu. Birkaç saniyelik bir sessizlik oluştu. Artık ağlamak istemiyordum. Yine bana kendimi iyi hissettirmenin bir yolunu bulmuştu. Derin bir iç çekerek önüne döndü. “Seni öpmek istiyorum ama cezalıyım.”

Kıkırdadım. “Öylesin.”

Göz ucuyla bana baktı. “Sarılmak serbest mi bari?”

“Sarılmak serbest,” dediğimde beni kendine çekti. Kokusunu duyduğumda gözlerimi kapattım huzurla.

FLASH SIDEWAY

Gediz beni “Nişanlım Nare,” diye tanıştırdığı an bu düğünden olaysız, sessiz sakin ayrılamayacağımızı anlamıştım. Sancar bana hayalet görmüş gibi baktı. Bakışları parmağımdaki yüzüğe kaydığında gözleri büyüdü. Onu yıllar sonra yeniden görmenin nasıl hissettireceğini merak etmiştim aslında. Ufacık bir öfke kırıntısı kalmış mıydı mesela? Burda olmak yaralarımı kanatır mıydı? Aklımda çok soru vardı. Şimdi burdaydım. Sancar'ın düğününde. Içimde ne bir öfke ne de başka bir duygu vardı. Bir yabancıya bakmak gibiydi. Sanki bu şehirdeki geçmişim başka bir hayata aitti. Hatırlamakta güçlük çektiğim bir hayata. Yeni hayatım için çok mücadele verdim. Her şeyin bittiği gece oradan çekip gitmeye karar verdiğim an başlamıştı ikinci hayatım. Akın'ı içeri tıkabilmek için aylarca uğraştım. Tek başıma çok zordu. Onu koruyan insanlar vardı. Babamı hayatımdan tamamen çıkardım. Psikolojik yardım aldım. Okudum. Yeni hayatımı kendim kurdum. Her bir basamağı etimle tırnağımla çıktım. Şimdi beni başladığım yere döndürmeye çalışan Muğla’ya yenilmeyecektim.

“Nişanlın mı?”

“Evet, nişanlım. Evleneceğim kadın,” dedi Gediz hee bir kelimenin üzerine basarak. Sancar'a olan bakışları çok uzaktı. Ona saldırmamak için kendini zor tuttuğundan emindim.

“Sefirin kızı senin nişanlın öyle mi? Sen onun kim olduğunu biliyor musun?”

Müzik sustu. Herkes bizi izliyordu. Düğünün orta yerinde Sancar, Gediz ve ben uçurumun kıyısında dolaşıyorduk.

“He, biliyorum. Senin inanmadığın, ölüme terk ettiğin kadın. Neyseki uçurumdan atlamak yerine bir uçağa atlamış ve kendini senin cehenneminden kurtarmış.”

“Şimdi de seninle evleniyor öyle mi?”

“Öyle.”

“Bula bula adına türkü yakılan kadını buldun evlenmek için, öyle mi?!” Sancar’ın sesi yükseldi. Gediz ise dalga geçer gibi güldü.

“Valla sizin burda anlattığınız saçma sapan masalları, destanları, hikayeleri falan hic ciddiye alamıyorum biliyor musun? Ben bu kadına aşığım. O da bana aşık. Gerisiyle zerre ilgilenmiyorum. Isterseniz türkü yakın, isterseniz ağıt yakın. Hiç umrumda değil.”

“Aşıksın.”

“Aşığım.”

“Olamazsın! Sen sefirin kızına aşık maşık olamazsın! Sen kardeşim dediğin adamın sevdasına yar diyemezsin!”

“Senin sevdan öyle mi? Biz neredeyiz Sancar? Etrafına bir bak! Senin düğünündeyiz! Biraz önce evlendin, bak hatta karın orda seni izliyor!”

“Kardeşindim lan ben senin. Nasıl ihanet ettin, nası-"

“Ihanet eden ben değilim, sensin! Ben onunla tanıştığımda kim olduğunu bile bilmiyordum! Ama sen ihanet ettin! Onu yarı yolda bıraktın! Önce onun sana olan güvenine sonra da benim sana olan güvenime ihanet ettin! Sen buymuşsun meğer, bu kadarmışsın.  Sevdiğini iddia ettiğin kadın sana tecavüze uğradığını söylediğinde ona inanmayıp, kolundan tutup dışarı atacak kadar şerefsiz, haysiyetsiz, aşağılık bir adammışsın!”

“Lafını bil!”

“Bilmezsem ne olur? Ne yaparsın?  Beni de mi sürersin Muğla'dan? Sana sadıcım dediğim güne, sana, senin gerçek yüzünü göremeyen bana lanet olsun.”

“Ne biliyorsun da konuşuyorsun ha?!”

“Biliyorum! Her şeyi biliyorum! Senin ne kadar adi, acımasız, vicdansız bir herif olduğunu biliyorum!”

Tüm Muğla'nın gözünün önünde birbirlerine girdiler. Durduramadım. Birbirlerine savurdukları yumrukları izledim çaresizce. Gediz'in son darbesinden sonra Sancar dengesini kaybederek yere düştü.

“Bitti!” diye haykırdı Gediz. “Anladın mı? Sadıçlık da ortalık da bitti!”

Sonra elimi tuttu ve ordan birlikte uzaklaştık.


***

Akın'ın evine tahmin ettiğim gibi arka kapıdan girmek zorunda kaldık. En son bu evde geçirdiğim geceyi hatırlamak tüylerimi ürpertiyordu ama geri adım atamazdım. Bir sonraki ipucunun burda olduğundan neredeyse emindim. Hava çoktan kararmıştı. Buraya en yakın ev yürüyerek yirmi dakika uzaklıktaydı. Etrafta kimsecikler yoktu ama izlendiğimizi biliyordum.

“Buraya en son ne zaman geldin?”

“Akıl hastanesinden çıktıktan sonraki ilk doğum günümde. Sadece o zaman geldim. Ilk ve son kez. O getirdi beni buraya. Aptal bir masa hazırlamıştı. Hatta şu masaydı. Utanmadan doğum günümü kutluyordu yani anlayacağın. Baş başa olmak istemişti. Sanki her şey çok normalmiş gibi, sanki bütün hayatımı cehenneme çeviren bir başkasıymış gibi.” Gözlerim boş masanın üzerinde gezindi o günün izlerini arar gibi. “Tabii ki onunla yemek yemedim. Bulduğum ilk fırsat kaçmaya çalıştım yine. Çok sinirlendi.” Masadan uzaklaştım. Bodrum katına inen kahverengi kapıya yürüdüm. Gediz beni izledi. “Beni buraya kilitledi,” dedim ruhsuz bir sesle. Hayır, hayır, hayır, bırak! “Sabaha kadar orda kaldım.” Aç kapıyı! Aç!!! Çıkar beni burdan Allahın cezası! Bodruma inen kapıyı araladım. Gediz kapının kolunu kavrayan elimi tuttu. Aşağı inmemi istemiyordu. “Çok daha kötülerini atlattım, merak etme. Hem yalnız değilim. Sen varsın,” dedim gözlerindeki endişe bulutlarını dağıtmak umuduyla. Birlikte aşağı indik. Merdivenlerden inerken arkamda kapıya var gücüyle vurarak ağlayan kendimi duydum. Görmezden geldim. Geçmiş bir hayaletti. Onu görebildiğini bilirse daha fazla dikkatini çekmeye çalışırdı. Hayaletlere ayıracak vaktim yoktu. Etrafı inceledik. Sıradan bir bodrumdu. Soğuk ve karanlık. Sıradan olmayan şey ise o bodrumda başka bir odaya açılan gizli bir kapı bulmaktı. Içerde elektrik vardı. Akın beni buraya hapsettiğinde bu oda var mıydı, bilmiyorum. Belki de vardı ama ben fark etmemiştim. Belki de çok sonra inşa edilmişti. Neden bodrumda gizli bir oda inşa ettiğini ışıkları yaktığımızda anladım. Burası bir müze gibiydi. Duvarlar baştan sona camla kaplıydı ve camların ardında sergilenen… “Saç mı bunlar?” diye fısıldadım daha yakından görmek için cama yaklaşarak. Bir tutam saç. Yüzlercesi. Her bir saç örneğinin altında on bir haneli sayılar vardı. Isim yoktu, sadece sayılar. Bu saçlar muhtemelen kayıp kızlara aitti. Hasta pislik bunun koleksiyonunu yapıyordu. Buraya polisle dönecektik. Bütün polisler onlara çalışıyor olamazdı, olmamalıydı. Odada aynı zamanda bir bilgisayar vardı. Belki onun içinde de bir şeyler bulabilirlerdi. Herhangi bir şey.

“Burda bir zarf var, üzerinde adın yazıyor. Bir de flash disk var.”


FLASH SIDEWAY
Işıklı Konağı

“Ne olacak şimdi?”

“Ne ne olacak anne?”

“Senin evleneceğim diye tutup getirdiğin kız Sancar’ın sevdalısı.  Delirdin mi oğlum sen?”

“Biraz önce Sancar evlendi ve hepiniz buna şahit olmadınız mı ne sevdasından bahsediyorsun?”

“Bu kadının adını Muğla'da bilmeyen yok! Herkesin dilinde!”

“Umrumda değil, kimin ne dediği umrumda değil! Destanmış! Sana güvenen birini yarı yolda bırakmanın, onu ölmek isteyecek duruma getirmenin nesi destan? Onlar hikaye anlatmaya devam edebilir, gerçek bizim! Sancar ve Nare uyduruk bir hikaye. Ama biz bir hikaye değiliz. Biz gerçeğiz. Ve ben o gerçek için bütün hikayeleri ateşe vermeye hazırım.”

“Olmaz benim güzel evladım, olmaz. O kadınla evlenemezsin. Bak yol yakınken vazgeç.”
“Anne! Ben Nare’ye aşığım! Ya ben ilk defa aşık oldum ya! Sen bunu görmüyor musun? Hiç mi önemi yok senin için? Nasıl vazgeç diyebiliyorsun bana?!”

“Ben senin iyiliğin için…”

“Yapma anne, benim iyiliğim için hiçbir şey söyleme. Tüm Muğla karşıma dikilse de vazgeçmeyeceğim anlıyor musun? Evleneceğim Nare'yle! Yanımda mı duracaksın yoksa karşımda mı sen karar ver."

Daha fazla dinleyemedim. Gediz'in Sancar'ı, Muğla'yı karşısına aldığı yetmemişti şimdi de benim için annesiyle kavga ediyordu. Nefes alabilmek için kendimi dışarı attım. Ben böyle olsun istememiştim. Sadece mutlu olmak istemiştim. Sadece mutlu olmak…


***

Flash diskin içinde bir video vardı. Videonun üzerinde adım yazıyordu. Göreceklerimden korkarak tıkladım. Bir orman. Güneş. Ve kocaman bir kayanın üzerinde oturan annem. On  sekiz ya da on dokuz yaşlarında olmalıydı. Üzerinde ip askılı yazlık bir elbise vardı. Mutlu görünüyordu. Onu kameraya çeken kişi her kimse ona gülümsüyordu. Gözleri ışıl ışıldı. Onu daha önce hiç böyle dolu dolu gülümserken görmemiştim. Elinde bir kitap vardı. Okumaya başladı.

Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.

Tekrar kameraya baktı ve başını geriye atarak güldü. Kamera, gülümsemesi tüm ekranı kaplayana kadar yaklaştı ona. “Thank you, I love it,” diye mırıldandı annem utanç bir tavırla. Kitabın kapağını kapattı ve kendisini kameraya çeken kişiyi öpmek için uzandı. Görüntü sarsıldı, bir an için odağını kaybetti. Sonra yeniden anneme odaklandı. Annem bu kez başka yere bakıyordu. Kameranın çekmediği bir yere. “Vincent, you scared us!” dedi gülerek. Görüntü kesildi.

Vincent?

FLASH SIDEWAY
Dağılma Yeri

Gediz'in beni bulması çok sürmedi. Burayı çocukluğumdan hatırlıyordum. Tesadüfen keşfetmiştim. Manzarasına hayran kalmıştım. O kadar çok beğenmiştim ki kendime saklamak istemiştim. Sancar'a bile söylememiştim. Anlaşılan Gediz de çocukken aynı şeyi düşünmüştü. Yanıma oturduğunda ona baktım. Sancar’la kavgasının izlerine dokundum canını yakmaktan korkarak. Parmaklarımı öptü. Gözleri hala parlaktı. Içinde bulunduğumuz durum umutsuz görünüyordu ama onun gözlerine bakınca her şey mümkündü sanki.

“Benim yüzümden annenle de tartıştın,” dedim sessizce.

“Duydun mu?”

Başımı salladım. Manzaraya çevirdim bakışlarımı.

“Bu yüzden mi çekip gittin?”

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin