Bölüm 5: "Dokunuş"

305 20 4
                                    

"Somewhere over the rainbow..."

Haziran, 2014
New York

“Somewhere over the rainbow…” Nare kendi kendine, aynı şarkıyı tekrar tekrar mırıldanıyor. Sesi çatlıyor, çatallaşıyor. Kelimeler birbirine giriyor. Nefesi sık sık kesildiği için kısa aralar vererek ciğerlerine hava depolamaya çalışıyor. “Bluebirds… fly.”
Saat çok geç olmasına rağmen şehir hala ayakta. Işıklar gözlerini acıtıyor. Her şey çok parlak.

Nare sendeleyerek trafiğin ortasında yürümeye devam ediyor. Kafası yerinde değil. Nerde olduğunun bile farkında değil.  Üstü başı kan içinde. Kanın nerden geldiğini bilmiyor. Bazı arabalar korna çalıyor yoldan çekilmesi için. Nare şarkı söylemeye devam ediyor. Sesi de kendisi de titriyor. Kurumuş gözyaşları akarken beraberinde makyajını da sürüklemiş. Yanaklarından boğazına doğru inen siyah izler bırakmış arkasında. Nare umursamıyor.

“Birds f-fly o-ver the… rainbow…”

Boynunun çevresini saran kızarıklık gittikçe daha da belirginleşiyor. Nare farkında değil. Ne olduğunu hatırlamıyor. Üzerinde siyah bir crop top, siyah deri ceket, siyah deri bir pantolon ve yüksek topuklu kırmızı ayakkabılar var. Bu kıyafetleri giydiği anı da hatırlamıyor. Bu kıyafetleri giymeyi neden tercih etmiş olabileceğini de hatırlamıyor. Her zamanki tarzından oldukça farklı. Başka birinin yerine geçmiş gibi hissediyor.

Ayakları onu bir yere götürüyor ama nereye?

“Why, then, oh, why can’t I?”

The New World / Yeni Dünya
Today / Bugün

Banyodaki aynanın etrafındaki siyah lekeler nasıl oldu bilmiyorum ama tıpkı bir sarmaşık gibi bütün duvarlara ve tavana yayılmıştı. Çıkarmaya çalıştım. Elime ıslak bir bez aldım, saatlerce uğraştım. Çıkmadı. Parmaklarıma ağrılar girmeye başlamıştı. Içimden etmediğim kufür kalmamıştı. Kullandığım bütün bezler simsiyah olmasına rağmen duvarlar olduğu gibi duruyordu. Umursamayabilirdim. Çıkmazsa çıkmasın, uğraşamam diyebilirdim. Ama kendimi oyalamam gerekiyordu. Düşünmek istemiyordum. Zaten ne düşünmem gerektiğini bile şaşırmıştım. Kustuğum kırık cam parçalarını mı düşünmeliydim mesela? Yoksa bir “hain” olduğumu öğrendiği andan beri bana tek kelime etmemiş olan Gediz'i mi düşünmeliydim? Yaşadığım zaman kayıplarını, geçmişten gelen kabuslarımı saymıyorum bile.

Bir şey daha vardı.

Kırık cam parçalarını kustuğum anı hatırlamıyordum. Gediz'in varlığını hissetmiştim, ona dönmüştüm. Göz göze gelmiştik ama banyoya nasıl geldiğimi, o cam parçalarını ne ara kusmaya başladığımı hatırlamıyordum. Hatırlamadığım bir diğer ayrıntı ise cam parçaları ile birlikte kustuğum siyah sıvının üzerine bıraktığım tuhaf mesajdı. Mesajı bırakanın ben olduğumu biliyordum çünkü parmak uçlarım o maddeye bulanmıştı. Yere çizdiğim şekil L, V ve köşeli ters C harfine benziyordu. L'nin alt çizgisinin hemen üstünde bir nokta vardı. Ne anlama geldiğini bilmiyordum. Unutmamak için bir kâğıda çizdim sonra. Kağıdı cebime atıp temizliğe geri döndüm.

Aklımı Gediz'den alamıyordum. Bana bakışları, hiçbir şey söylemeden çekip gidişi. Konuşmaya çalıştığımda benden kaçışı, beni gördüğünde yolunu değiştirmesi. Kızmasını beklemiştim. Çok kızmasını beklemiştim. See Org. üyeleri tarafından apar topar Bleak Room'a götürülmeyi beklemiştim. Sorgulanmayı, yargılanmayı beklemiştim. Ama kimse gelmedi. Gediz neden susuyordu ki? Neden hesap sormuyordu? Neden bir tepki vermiyordu?

“Where troubles melt like lemon drops. Away above the chimney tops. That’s where you'll find me. Somewhere over the rainbow, bluebirds fly. Birds fl-"

Şarkı söylediğimi fark edince durdum. Içimde rahatsız edici bir his oluştu. Yutkunurken nefesim tıkanır gibi oldu. Bezi bıraktım. Belki de bu siyah şeyle kaplı banyoda fazla vakit geçirmiştim.

***

“Konuşmuyor benimle, yüzüme bile bakmıyor.” Kollarımı göğsümde birleştirip dudaklarımı büzdüm ağlayacakmış gibi. Halbuki o her şeyi öğrenmeden önce iyiydik biz. Uçurumun tepesinde dertleşmiştik ilk defa. O flörtöz, şakacı tavrını bir kenara bırakıp ciddi ciddi konuşmuştu benimle, yasak olduğunu bile bile. Bana beni öpmek istediğini söylemişti sonra. Dudaklarımın arasına takılan saçlarımı çekip alışı hala aklımdaydı. Kalbim göğsümden fırlayacaktı sanki o an. Ne düşünüyordu bilmiyordum ama beni öpmek istediğini söylediği halde öpmemesine takılmıştım aslında. Bunu ona sormayı düşünürken öyle bir hale gelmiştik ki artık önemi yoktu.
“Şu an Bleak Room yerine burda olduğuna göre seni ihbar da etmemiş demek ki,” dedi Aurora. Kollarını koltuğun kenarından aşağı sarkıtmıştı. Başımı uzatıp damalı zemin üzerinde sallanan kırmızı ojeli ellerini izledi hipnoz olmuş gibi.

Suratımı astım. “Keşke ihbar etse. En azından sorgularken yüzüme bakar, benimle konuşur.”

Aurora irkildi ve bana baktı. “Öyle söyleme. O sorguda olmak istemezsin. Inan bana, istemezsin.”

“Bir de iyi tarafından bak. Onunla sevişemem, ensemdeki spirali görür diyordun. Artık böyle bir derdin kalmadı.”

Gözlerimi devirdim. “Off Gideon.”

“Bu bir şifre bence.” Silvain cebimde getirdiğim kağıdı çözmeye çalışıyordu.

Nazanin yanına oturup elini uzattı. “Ver bakayım.” On saniye kadar sembolü inceledikten sonra “Haa,” diye mırıldandı yüzü aydınlanarak.

“Ne?” dedik hepimiz aynı anda.

“Sen hiç masonik şifreleme diye bir şey duydun mu?”

Başımı iki yana salladım. “Duymadım. Ne alaka?”

“Bence bu masonik bir kodlama.”

“Ama ben yazmışım onu. Bilmediğim bir şifreleme sistemini nasıl kullanabilirim?”

“Bilemiyorum.”

“Ne yazıyor peki? Sen anladın mı?”

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin