Not: Danimarka'da gerçekten Helved adında bir kasaba ve kasabanın yakınlarında Taksensand Fyr adında bir deniz feneri bulunmaktadır fakat hikayedeki temsiliyetlerinin gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Hikâyede bahsi geçen Muğla’daki deniz feneri de tamamen kurgudur.
Bölüm Şarkıları: Tülay German – Mutlu Günler, Ederlezi
Bölüm 1
“Bilsen, ne aydın, ne güzel bir gün doğuyor seninle bana...”
21 Haziran 2021
Als, Denmark
Taksensand Fyr (lighthouse), Augustenborg, Denmark
Taksensand deniz fenerinin on altı dakikalık yürüme mesafesi uzaklığındaki Helved -Türkçesi ile Cehennem- adlı kasabada düğün hazırlıkları sürerken ben deniz fenerinden maviliği seyrediyorum. Demirlere tutunan parmaklarım olmasa yığılırdım dizlerimin üzerine. Derin derin nefesler alıyorum ama yetmiyor. Burası sessiz. Fazla sessiz. O kadar sessiz ki duyabileceğim tek şey kendi sesim. Buraya ulaşamıyor dünyanın gürültüsü. Burda kendimle baş başayım. Kendi sesimle. Ama duymuyorum. Kendi sesimi duymuyorum. Susup dinlediğimde karşılaştığım tek şey derin bir sessizlik. Sesim, derin bir sessizliğe dönüşmüş.
Geçmiş bir şarkı ile geliyor, doluyor sessiz zihnime. Önce farkında olmadan mırıldanmaya başlıyorum. Gözlerim yaşlanıyor sesime dolanınca o eski melodi. Dudaklarım titriyor. Burdan çok uzaklarda başka bir denize, başka bir deniz fenerinden bakmıştım bir zamanlar. Hatırlamak kalbimi sızlatıyor ama bir yandan özlem duyuyorum o günlere. O günler... Tenimde o'nun nefesini hissettiğim günler...
“Artık tan yeri ışıdı bize uzun gecelerden sonra…
Bilsen, ne aydın ne güzel bir gün doğuyor seninle bana…”
Muğla. Deniz feneri. Dalgaların sesi. Boynumdaki dudaklar. Belime dolanan eller. Gözlerim kapalı. Gülümsüyorum. Rüzgâr ve müzik tenimde.
“Bilsen, ne aydın ne güzel bir gün doğuyor seninle bana…”
Pasta. Bir kamera. Parti. Mumlar. 23. Toprağa kazınmış araba tekerlek izleri. Uçurum. Bir kadın cesedi. Gece.
Sesim titremeye başlıyor ama devam ediyorum. “Sonsuz derdin o karanlıklara, o yalnızlığa, acıya.”
Bir oda. Yerde kan. Sahile vuran dalgalar. Kumlara uzanan kurumuş kana bulanmış koyu kahverengi saçlar.
“Bilsen… ne …”
Dudaklarımın üstüne kapadığım ellerimden sızan boğuk bir çığlık. Polaroid resimlerimiz. Gülümsemesi, gülümsemem. Deniz feneri. Dalgalar. Müge'nin siyah beyaz gülümseyen bir fotoğrafı. Dalgalar. Güneşin çıplak bedenime vuruşu. Güneş ışığının gölgesini bedenimde takip eden parmaklar. Plak. Bu şarkı. Dalgalar. Duvardaki çizimler. Bir fotoğraf makinesi. Vhs kamera. Kokusu. Başım göğsünde. Dalgalar.
“…aydın ne güzel bir gün doğuyor seninle bana…
B-bilse…n…”
Devam edemiyorum daha fazla. Edersem bağıra çağıra ağlayacağım çünkü. Bir elim boynumdaki kolyenin üzerine kapanıyor. Diğer elim hala demirlerde. Dizlerim bükülüyor ama düşmüyorum. Yutkunuyorum ama aldığım nefes boğazımı tırmalıyor sanki. Içimde bir ateş var. Ne kadar zaman geçerse geçsin sönmüyor. Kalbimin üstüne koysam ellerimi, o ateş tenimi aşıp bana dokunabilirmiş gibi geliyor. Dokunsun istiyorum, yaksın istiyorum beni. Kül etsin istiyorum. Kolyenin etrafına sarılan parmaklarım kalbime kayıyor. Sahiden de yanıyor avcumun içi. Daha çok bastırıyorum. Tırnaklarım etime saplanıyor, fark etmiyorum bile. Dalgaların gürültüsünün içinden bir ses ulaşıyor bana sonra.
“Nare!”
Aşağı bakıyorum ve Doğa’yı görüyorum. Benim dostum, sırdaşım, içinde boğulduğum karanlığın en büyük şahidi ve terapistim. Bir elinde bavulumu diğer elinde yine bana ait olan bir çantayı tutuyor. Gözlerinin çevresindeki morlu mavili gölgeler omuzlarının üzerinde biten saçlarının pembe ayrıntılarıyla uyum sağlıyor ama renkli makyajına ve saçlarına tezat simsiyah giyinmiş. Bugün mutlu bir gün değil. Altı yıldır uyandığım hiçbir gün mutlu değil. “Ne yapıyorsun? Yasak değil mi oraya çıkmak?” diye bağırıyor sesini bana duyurabilmek için. Topuklu ayakkabı giymiş. Kasabadan buraya ulaşmak için küçük bir ormanı aşmak gerekiyor. O ayakkabılarla bu yolu nasıl geldiğini düşünüyorum bir an için. Hem de benim eşyalarımı taşırken. Araba ile gelmiş olmalıydı. Araçla dört beş dakika anca sürerdi buraya gelmek. Neden bunu düşünüyordum ki?
Omuz silkiyorum. “Cehennemden kaçtım, gelsene.” Cehennem derken kasabanın adına gönderme yapıyorum. Yarım bir gülümseme ile beni daha iyi görebilmek adına kıstığı gözlerini deviriyor Doğa. Rüzgârla boğuşarak kumların üzerinde sürüklüyor bavulumu. Yanıma gelmesini beklerken gözyaşlarım yanaklarımda kuruyor biraz olsun. Arabayla buraya gelmek tam olarak ne kadar sürer hesaplamaya çalışıyorum dikkatimi dağıtmak için.
Doğa anlıyor ağladığımı. Beni görür görmez “Iyi misin sen?” diye soruyor. Buraya çıkarken nefes nefese kaldığından bir elini inip inip kalkan göğsüne yerleştiriyor. Diğer elindeki çantayı bavulun yanına bırakıyor. Denizin ferah kokusunu içine çekiyor. Onun nefesi tırmalamıyordur belki boğazını. Göğsüne kapanan elini yakacak bir ateş yanmıyordur kalbinde. Ne mutlu ona.
“Pardon.” Sorduğu sorunun farkında şimdi. Pot kırmış gibi bakıyor bana. “Benimki de soru işte.”
Sessiz kalıyorum. En azından bana doğum günün kutlu olsun dememişti boş bulunup. Ağlamamak için içimden şarkı söylemek istiyorum. Topuğumu anlamsız bir ritimle yere vuruyorum bir yandan. Aklıma Mutlu Günler’den başka bir şarkı gelmiyor. Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğimi fark ediyorum. Ince bir sızı sonrası ağzımda kanın tadını hissediyorum.
“Eşyalarını getirdim,” diyor ben karşılık vermeyince. Teşekkür ediyorum. Yanıma geliyor. Ayakkabımın topuğunu yere vurmayı bırakıyorum. Aşağı bakıyor Doğa demirlere çok yaklaşmadan. Parmak ucuyla dokunuyor sadece.
“Nereye gideceksin? Söylemedin bana.”
“Muğla’ya.”
“Muğla'ya?”
Tek kaşı kalkıyor. Haklı olarak sesine bir soru işareti ekliyor. Dönmem gereken en son yer Muğla çünkü. O da biliyor, ben de biliyorum. Alçak bir tonda itiraf ediyorum sebebimi. “Ben ondan başkasına sığınamam ki Doğa. Ondan başka gidecek yerim yok benim.”
Bu kez o sessiz kalıyor. Birlikte dalgaları dinliyoruz. Sonra soruyor.
“Ne kadar oldu?”
“Altı yıl.”
“Altı yıl.”
Başımı denize çeviriyorum.
Muğla, Türkiye
Muğla'da Nare'nin geçmişinden hatırladığı deniz fenerine geçeriz. Güneş yeni yeni gölgesini dalgalara bırakmaktadır. Sahil sessiz ve boş görünür.
Kamera Muğla sokaklarında dolaşır. Yere atılmış, üstüne basıldığı için yer yer kirlenmiş bir yerel gazetenin ilk sayfasında Müge Işıklı’nın siyah beyaz fotoğrafını görürüz. Rüzgâr gazeteyi uçurarak görüş alanımızdan çıkarır.
Dükkanlardan birinde açık olan televizyonun sesini duyarız. Nare ve Akın'ın bugün Danimarka’da gerçekleşecek olan düğününün haberi verilmektedir. Dükkânın kapısında hareketsiz bir biçimde dikilen, gözlerini televizyondan ayırmayan Gediz Işıklı kadraja girer. Yutkunur. Gözlerinde aynı anda hem şaşkınlık hem öfke hem de acı vardır.
Als, Denmark
“Nare…”
Doğa itiraz etmeye hazırlanıyor, ondan önce davranıyorum. Kendimi açıklamaya girişiyorum çabucak. Elimde onu ikna edebilecek mantıklı bir sebep yok. Elimde sadece eskimeyen bir acı, dinmeyen bir özlem, tükenmeyen bir aşk var. “Biliyorum delice. Olanlardan sonra… onca zamandan sonra… oraya dönmemeliyim. Biliyorum. Ama ben düşünmedim ki. Hiç düşünmedim. Bir anda karar verdim. Nereye kaçabilirim diye sordum kendime.” Yapma bunu kendine der gibi bakıyor bana ama ben yine de kuruyorum o cümleyi. “Doğa benim bütün sorularımın cevabı o. Bu yaptığımın delilik olduğunu gerçekten biliyorum. Ama bir kez olsun görmek istiyorum onu. Dayanamıyorum artık. Bir kere göreyim.”
Sesim yalvarır gibi. Titrek, çatlak, yorgun, çaresiz. Sustuğumda bir burukluk oluşuyor içimde.
“Git derse?”
Acıyla gülümsüyorum. Kalbim acıyor. “Hoşgeldin demesini beklemiyorum zaten.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefirin Kızı: Zuhur
ФанфикBu hikaye Sefirin Kızı dizisinin dördüncü bölüm sonrasında olacakları konu alacak. #NarGed için kelimelere ruh üflemek amacım. Hikayenin odak noktası Nare ve onun iyileşme süreci olacağı için dizide yer alan bazı yan karakterler bu versiyonda yer al...