ACT II: SIMULACRA: "THE OTHER"

157 10 0
                                    

Omnia vincit amor: et nos cedamus amori"
“Love conquers all things, so we too shall yield to love."

ACT II: SIMULACRA: “The Other"
“The Simulacrum is never which conceals the truth. It is the truth which conceals that there is none. The simulacrum is true."

Kırk farklı absürt hayal kursam kırkında da böylesini hayal edemezdim. Paralel bir evrende kopyalarımız ile karşı karşıya gelmek. Bizim gibi görünen ama bizim gibi olmayan insanlar tarafından sorgulanmak. Gözlerinin içine bakıp kendimizden bir şeyler aramak. Öteki Gediz ve Öteki Nare… Biz olmayan, bizim dışımızda var olan ama varlığı bize bağlı olan. Öteki.

Gediz ve benim geldiğimiz dünyanın Öteki'si onlardı. Ama burda, Simulacra’da Öteki bizdik. Kim kimin kopyasıydı? Kim daha gerçekti? Sophia’nın söyledikleri geldi aklıma. Vincent Colby ve ekibinin burdaki insanları gerçek dışı, yapay canlılar olarak görmesinden doğan cehennemi düşündüm. Karşımızda dikilen yansımalarımızdan ne kadar farklıydık sahi? Deneyimlerinin, kimliklerinin gerçek sayılmadığı bir dünyada hapis değiller miydi onlar da? Tıpkı bizim gibi. Biz aslında her yerde Öteki’ydik. Hep Öteki'ydik.

“Bize yardım edecek misiniz?” diye sordum kaç saattir devam ettiğini unuttuğum sorgunun artık sona ereceğini umut ederek. Bildiğimiz her şeyi anlatmıştık çünkü. Yüzümü buruşturarak kelepçenin altında oluşan kızarıklığı ovdum. Hemen yanımda, aynı durumda olan Gediz’in parmakları bana uzanmak istese de onun da hareket alanı kısıtlıydı. Ikimiz de bu yatağa sabitlenmiştik. Öteki Nare ve Gediz bir karara varmaya çalışır gibi birbirlerine baktılar. Başımı yorgun bir şekilde geriye yaslayıp bakışlarıma pencereye çevirdim. Dışardaki kırmızılık pencereden içeri yansıyordu.

Muhtemelen bu duruma nasıl geldiğimizi merak ediyorsunuz. Biraz geri alalım. Mesela kırmızı ışığın sızdığı pencerenin önünde sessizce gözlem yaparken Öteki Gediz'e yakalandığım ana gidelim. Sahne şöyle başlıyor. Izleyiciye / okuyucuya tamamen yabancı, az ışık alan renksiz, soğuk bir yatak odasında pencereden dışarıya bakmaktayım. Kamera kırmızı ışığın gölgesini bıraktığı yüzüme yoğunlaşır, sessizlik ani bir soru ile bölünür.

Ve oyun!

“Neye bakıyorsun?”

Gediz hiç beklemediğim bir anda varlığından haberdar etti beni. Aniden. Bana yaklaştığını hissetmedim. Tam arkamda nefesini bile duymadığım için sesi kulaklarımı bulunca irkildim. Yalnız olduğumu sanıyordum. Elleri belime dolanırken dudakları saçlarımdan kulak mememe doğru ilerledi flörtöz, oyunbaz bir tavırla. Dokunuşunda çok baskın bir enerji vardı. Gediz gibiydi ama aynı zamanda çok uzaktı Gediz'den.

Her ne kadar aynı görünseler de birbirlerinden farklıydılar. Bunun bilincine varmak kafamda tek bir soru oluşturdu. Eğer ben bu farkı görebiliyorsam, o da görebiliyor muydu? Anlamış olabilir miydi, sarıldığı kadının aslında sevdiği kadının başka bir evrendeki hali olduğunu? Anladıysa başımız büyük beladaydı.

“Hiç… sadece-"  Dudakları boynuma kayarak beni hazırlıksız yakaladı. Başladığım cümleyi tamamlayamadım. Tam burda onu itebilirdim. Onun tanıdığı Nare olmadığımı söyleyebilirdim ama olası yanlış bir hamlenin sonuçlarından çekiniyordum. Ne kadar hazırlıklıydık ki olacaklara? Bu insanları tanımıyorduk. Onlar bizi tanıyorlar mıydı? Bizim varlığımızdan haberleri var mıydı? Bu evrende durdukları taraf neresiydi? Yaşadıkları onları tam olarak nasıl insanlara dönüştürmüştü? Bizden ne kadar farklılardı? Hiçbir şey bilmiyorduk. Sophia Hofmann’ın ekibinden geriye yalnızca Sıla kalmıştı. Herkes ölmüştü. Bir şekilde hayatta kalanları öldürmeleri için askerlerini yollamıştı Colby. Izzy üniformalı silahlı adamların hareket eden her şeye ateş açtığını söylemişti. Lenora haklıydı belki de. Bizim arkadaşlarımız unutulan karakterlerdi. Bizim arkadaşlarımız dikiş izleriydi. Colby’nin pürüzsüz sandığı gerçekliğin aslında bir ilüzyon olduğunu hatırlatan çatlaklardı bizim arkadaşlarımız. Hafife aldığına pişman olacaktı.

Karşıya bakmaya devam ettim. Gözlerimi alamadığım karanlığı gerçekten hiçlik olarak tanımlayabilirdim. Hiçlik. Simulacra tam olarak böyle bir yerdi. Başınızı kaldırdığınızda gördüğünüz şey mavi bir gökyüzü değildi mesela. Kırmızıydı. Gökyüzü kırmızıydı. Bulutlar kırmızıydı. Bana mavi ve kırmızı hap hikayesini anımsattı. Mavi hap yalan bir dünyada gerçeklerden habersiz yaşamaya devam etmeyi seçmek demekti. Kırmızı hap ise uyanmayı, sorgulamayı, gerçekleri öğrenmeyı seçmek demekti. Biz mavi bir gökyüzünün altında yaşıyorduk. Burdaki insanlar içinse gökyüzünün rengi kırmızıydı. Biz uykuda olanlardık. Onlar ise uyanık olanlardı.

Sefirin Kızı: ZuhurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin