Bölüm 10: “Omnia vincit amor: et nos cedamus amori"
“Love conquers all things, so we too shall yield to love.”
Bölüm müziği: Richard & Linda Thompson - The Cavalry Cross
Overture: “Everything you do, you do for me”
“Neden uyanmıyorlar?”
Izzy gözleri hala kapalı olan Gediz ve Nare'ye baktı endişeyle. Uyanmaları gerekiyordu. Simülasyondan çıkmayı başaran herkes uyanmıştı. Penelope ortadan kaybolmuştu. Bu uyanışın onların planının bir parçası olmadığı belliydi. Simülasyon çökmüştü. Parçalanmıştı. O halde Gediz ve Nare neden uyanmıyordu? Zihinleri simulasyonda değilse nerdeydi?
“Uyanmaları gerekiyordu,” diye mırıldandı Nazanin. Herkes birbirine kaçamak bakışlar attı gergince. Uyanmaları gerekiyordu. Kapının ardında Melek ve Hazan onları bekliyordu. Neden uyanmıyorlardı?
*
“Birilerinin umrunda olduğunu sanmak ne büyük ilüzyon. Bile bile kandığımız bir yalan. Nasılsın, iyi misin? Seni merak ettim. Iyi olmana sevindim. Neden iyi değilsin? Anlatmak ister misin? Her zaman yanındayım. Bana güvenebilirsin. Bir şeye ihtiyacın varsa söylemen yeter. Bir sürü cümle. Hepsi yalan. Kimse nasıl olduğunu merak falan etmiyor. Umurlarında değilsin. Nasılsın diye soruyorlarsa, bunun geri duymak için soruyorlar. Nasılsın iyi misin? Iyiyim sen? Sen tabii iyiyim dersin. Kendine saklarsın. Anlatmazsın. Ama onlar anlatırlar. Bütün yüklerini senin omuzlarına bırakıp, hafifleyip uzaklaşırlar. Eğer çok savunmasız bir anındaysan iyi değilim diye cevap verirsin o soruya. Büyük hata. Anlatırsın sonra. Çünkü o kadar çaresizsindir. Duyulmaya, önemsenmeye ihtiyacın vardır. Birilerinin umrunda olduğuna inanmaya ihtiyacın vardır. O yüzden inanırsın ne olursa olsun yanındayım dediklerinde. Inanmak istediğin için. Deli gibi sevilmek istediğin için. Anlatırsın… Ve sen ne kadar kötü durumdaysan o kadar iyi hissederler kendilerini. Senin yerinde
olmadıkları için şükrederler. Senin acın onlara teselli gibi gelir. Bu yüzden çoğu zaman düştüğünde yanında onları görürsün. Sana el uzatmak değildir dertleri. Sadece yerin dibinde olanın kendileri değil de sen olduğunu gözleriyle görmek isterler. Senden daha iyi durumda olduklarını kendilerine hatırlatmak için. Kimse senin iyi olduğunu duymak istemez ki. Eğer iyiysen, mutluysan ve bunu onlarla paylaşırsan kıskanırlar seni. Sen olmak isterler. Konu hiçbir zaman sen değilsin aslında. Umursadıkları sen değilsin. Varsa yoksa kendileri. Ne yapabilirsin o zaman? Kime güvenebilirsin? Kimin sevgisine inanabilirsin? Insan kendine bile güvenemiyor. Gördüğün, duyduğun hatta hissettiğin hiçbir şeye güvenemezsin. Ben düşünemiyorum. Birinin beni koşulsuz sevebileceğini, her sözüme koşulsuz inanabileceğini düşünemiyorum. Iyi olduğumu duymak için bana nasılsın diye soracak birisi. Geri duymak için değil. Çıkarsız, hesapsız kitapsız. Iyi değilim dediğimde iyi olmam için çabalayacak birisi. Ben iyi olmadığım için iyi olamayan birisi. Düşmeyeyim diye elimi tutan, düşersem yanımda dikilmek yerine beni ayağa kaldıran birisi. Seni merak ettim derken merakı sesine yansıyan, endişesi gözlerinden okunan birisi. Anlamak için anlatmamı isteyecek, söyleyeceklerimi duymak için dinleyecek birisi. Güvenebileceğim birisi. Umursayan birisi. Gerçekten umursayan birisi. Ben düşünemiyorum. Böyle bir insanın var olabileceğine inanamıyorum. Ama sanki… tek istediğim, tek dileğim o var olmayan kişiyi bulmak. Umutsuzca umut etmek, gelmeyeceğini bile bile beklemek. Var olmayan birine tutunmak… Çünkü o gerçek. Var olmasa da gerçek. Onun dışındaki her şey, herkes bir ilüzyonun parçası. Ama o gerçek. Bir tek o gerçek…”
Kollarımı göğsümde birleştirmiş, pencereden dışarı bakıyordum. Bu konuşmayı hatırlıyordum. Arkamdaki koltukta oturan terapist Doğa'ydı. Ona dönüp bakmak istedim ama bir anda gündüz gece oldu. Manzaram değişti. Yine bir pencerenin önündeydim ama şimdi terapi odasında değildim. Nerde olduğumu biliyordum. 2014 yılı. Gediz'in apartmanı.
Kulaklarımı bir müzik doldurdu. The Calvary Cross. Elimde bir kadeh tuttuğumu fark ettim. Kırmızı şarap. Sessizce geceyi izlerken onu arkamda hissettim. Dudaklarını boyun çukuruma, ellerini belime yerleştirdi. Başımı geriye atıp bana sarılmasına izin verdim.
“Neye bakıyorsun?” diye fısıldadı kulağıma. Nefesi sesini tenimde dolaştırınca içim titremişti ama o an belli etmemeye çalışarak kadehi dudaklarıma götürdüm ve bir yudum aldım. “Karanlığa,” cevabını verdim. Beni dikkatle izlediğinin farkındaydım. Başımı nefesine doğru eğmiştim. “Karanlığa bakma, bana bak,” dedi aklımı başımdan alan bir tonda. Kadeh dudaklarımdan ayrılır ayrılmaz onun dudaklarına yakalandım. Beni öperken çevik bir hareketle parmaklarımdan sıyırdığı kadehi pencere kenarına bıraktığını kadehin çıkardığı sesten anladım. Vücudumun yönünü kendine çevirdi dudaklarımızı ayırmadan. Onu ağzımın içinde hissedince ellerimi boynuna doladım. Müziğin ritmine uyum sağlıyordu bedenlerimiz. Islak dudaklarının kenarına dilimle dokundum onu kışkırtmak ister gibi.
“Dans mı edeceğiz?”
Gülümsedi. “Evet, neden olmasın?”
I was under the Calvary Cross
Çok derin bakıyordu gözleri. Derin, yoğun, anlamlı. Kendimi onun bakışlarında kaybolurken buldum. “Beni korkutuyorsun,” dedim sonra ciddi bir sesle.
The pale faced lady she said to me
I've watched you with my one green eye
Şaşırdı. “Neden?”
“Benden ne istediğini bilmiyorum.”
I'll hurt you ‘till you need me.
“Senden bir şey istemiyorum.”
“Ama insanlar hep bir şey ister. Hep bir çıkarları vardır.”
You do nothing with reason.
“Ne gibi bir çıkarım olabilir ki senden?”
One day you catch a train
Never leaves the station
“Ben de onu anlamıyorum. Seks desem… değil, biliyorum. Kimse kimseye öylesine nasılsın diye bile sormaz. Kimse umursamaz. Sen… sen umursuyorsun. Sen gerçekten umursuyorsun. Nasıl olabilir böyle bir şey?”
Everything you do
Everything you do
You do for me
“Seni umursadığıma inanman bu kadar zor mu gerçekten?”
I'll be your light ‘till doomsday.
“Ama haklıyım,” diye direttim. Kolları daha sıkı sardı belimi. Beni daha çok yaklaştırdı kendine. Yutkundum. Bedenim onun bedenine yaslanmışken dikkatimi beni ne kadar çok istediğine değil de aklımdaki sorulara vermek kolay değildi. “Herkes sadece kendini düşünüyor. Tamam, düşünsünler. Ben ona kızmıyorum. Neye kızıyorum biliyor musun?”
Oh it's a black cat cross your path
And why don't you follow
My claw's in you and my lights in you.
This is your first day of sorrow
“Neye kızıyorsun?”
“Sanki öyle değilmiş gibi davranmalarına. Umursuyormuş gibi yapmalarına. Harika bir yalancıysan en iyi insan sensin. Iyilik dedikleri şey o kadar kibirli bir şey ki… Kimse iyi olup olmadığını merak etmiyor. Iyi değilsen içten içe şükrediyorlar sana bakıp. Sonra çok yüce gönüllüymüş gibi yardım etmeyi teklif ediyorlar. Çünkü sen muhtaçsın, zavallısın. Kibir bu. Buz gibi kibir. Anlıyor musun?”
“Anlıyorum.”
Gerçekten anlıyormuş gibi bakıyordu. Ağzımdan çıkan kelimeleri önemsiyormuş gibi bakıyordu. Devam ettim. “Iyi misin sorusuna verilecek muhteşem bir cevabın varsa da duymak istemiyorlar ki. Senin mutlu olduğunu duymak istemiyorlar. Kimsenin umrunda değil. Ebeveynlerimiz bile umursamıyor. Güya bizi koşulsuz sevmeleri gerekiyor ama sevmiyorlar. Zaten bizi dünyaya getirme sebepleri bile bencilce. Kendileri için yapıyorlar. Yalnız kalmamak için. Anlamsız hayatlarında bir bok başardım diyebilmek için. Ya da kendi içlerinde kalan hevesleri bizim üzerimizden gidermek için. Ya da onlardan daha zayıf, etraflarında onlara muhtaç birinin olmasını istedikleri için. Hatalarının bedelini kesebilecekleri bir kurbana sahip olmak için. Öfkelerini, nefretlerini kusabilmek için çünkü nefret ediyorlar. Kendilerinden, başkalarından, her şeyden. Bizi kendi suretlerinde yaratmak istiyorlar rahat rahat nefret edebilsinler diye. Kendilerinden nefret ettiklerini itiraf edemeyecek kadar korkaklar çünkü. O yüzden bir yaşam yaratıyorlar. Kendi hayatları kontrolsüz, yaydan çıkmış ya, işte bu yeni hayatın tanrısı olmak istiyorlar. Güçlü hissedebilmek için. Kontrolü kaybettikleri gerçeği ile yüzleşmemek için. Sonra ne zaman o yarattıkları hayata baksalar, kendilerini görüyorlar. Nefret ediyorlar. Seni koşulsuz sevmesi gerekenler koşulsuz nedret ediyor senden. Kime nasıl güvenebiliriz ki?”
“Haklısın.”
“Söyle o zaman. Ne istiyorsun benden?”
“Iyi olmanı istiyorum. Çok mutlu olmanı istiyorum. Yanımda olmanı istiyorum. Benimle olmanı istiyorum. Seni sevmeme izin vermeni istiyorum. Senden sadece seni istiyorum.”
Ama sanki… tek istediğim, tek dileğim o var olmayan kişiyi bulmak. Umutsuzca umut etmek, gelmeyeceğini bile bile beklemek. Var olmayan birine tutunmak… Çünkü o gerçek. Var olmasa da gerçek. Onun dışındaki her şey, herkes bir ilüzyonun parçası. Ama o gerçek. Bir tek o gerçek…
Gözlerim dolu dolu gülümsedim. “Seni bekliyordum...” Fısıldadım titrek bir sesle. “Hiç gelmeyeceksin sandım.”
“Burdayım.”
“Burdasın.”
Başımı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapattım. O da başını boynuma yasladı. Göz kapaklarım kapanır kapanmaz titreyen görüntüler belirdi önümde. Kendimi gördüm müzik devam ederken. Yerdeyim. Kanlar içindeyim. Ağzımda kanın tadını alabiliyorum. Sürünüyorum. Hareket etmeye çalıştıkça daha çok kan kaybediyorum. Kana bulanmış ellerim ileri uzanıyor. The Seventh Continent filminin afişi karşımda. Afişteki bir bardak sütün üzerinde kanlı bir el izi var. Yardım istemeye çalışıyorum. Dudaklarımı araladığımda dışarı sızan sıcacık kan çenemden yere damlıyor. Gırtlağımdan boğuk, kesik sesler geliyor ama kelimelere dönüştüremiyorum onları. Ölüyorum. Görüntü değişiyor hızla. Gözüme tutulan flaşlar gibi patlıyor her biri. Hepsinde ölüyorum. Hepsinde kanlar içinde, acı içinde kıvranıyorum.
Müzik kesildi aniden. Ve ben artık Gediz'le dans etmediğimi fark ettim gözlerimi açınca. Burda değildi. Onun yerinde karşımda başka biri duruyordu. Adı zihnimde belirdi. Vincent Colby. Benim tanıdığım Vincent Boucher ile tıpatıp aynı görünmesine rağmen o olmadığını biliyordum. Içimde sebebini anlayamadığım bir nefretin yükselişini hissettim onu görünce. Bu adam benim şeytanımdı.
“Gediz nerde?”
“O bir anıydı. Ben gerçeğim.” Bana doğru bir adım attı. Anı… Doğru. Burası zihnimin içiydi. Biraz önce gördüklerim bir anıydı. Peki ya o görüntüler? Onlar anı olamazdı. Kafamda bir ses, seni defalarca öldüren adama bakıyorsun dedi. Beni defalarca öldüren adam?
“Ne… istiyorsun benden?” diye geveledim ondan uzak durmak için gerilerken. Gözlerimin içine bakıp buz gibi gülümsedi.
“Buldum seni.”
“Kimsin sen? Ne istiyorsun benden?”
“Uyanamayacaksın.”
Arkasında sakladığı sol elinde bir bıçak tuttuğunu gördüm. “Sen ne…” Cümlemi tamamlayamadan üzerime atıldı. Sırtım pencereye çarptı sertçe. O kadar şiddetliydi ki benim temas etmemle cam tuzla buz oldu. Vincent beni tutuyor olmasaydı aşağı düşebilirdim. Pencerenin önündeki kadeh de gürültüyle yere düşüp parçalanmıştı. Dökülen kırmızı şarap duvara ve birkaç film afişine sıçramıştı. Bıçağı boğazıma dayadığında boynumdan aşağı akan sıcaklığı hissettim. Ama onun ruhsuz gözlerine bakarken içimdeki nefret alevlendi aniden. Bıçağı tutan eline asıldım. Yönünü ona çevirdim. Bıçak omzuna saplandığında acıyla haykırdı. Kelimeler dudaklarımdan kontrolsüzce döküldü.
“If you prick us do we not bleed? If you poison us do we not die? And if you wrong us, shall we not revenge?”
Hayal meyal bir an canlandı gözümde. Aynı kelimeleri aynı nefretle ona söylerken gördüm kendimi. O gün olduğu gibi şimdi de korkuyla karışık bir şaşkınlıkla bakıyordu bana.
“Nare!”
Gediz'in sesini duydum sonra. Bir uykudan uyanmak gibiydi onu duymak. Beni kendime getirdi adeta. Bıçağı tutan parmaklarım gevşedi. Gediz'in elini elimde hissettim. Her şey kayboldu. Vincent kayboldu. Kırık camlar, yere dökülen kırmızı şarap, her şeyi bir beyazlık kapladı. O beyazlığın içinde bir koltukta oturduğumu fark ettim. Gözlerimi kırpıştırdım. Gediz yanımdaydı. Elimi tutuyordu. Burası bir ofisti. Tanıdık bir ofisti. Artık simülasyonda değildik ama hala zihnimizin içindeydik. Ofisin neden tanıdık hissettirdiğini anlamam çok sürmedi. I want you to fly with me to Kansas. Karşımızda bir kadın vardı. Bluebirds don't fly. Sophia Hofmann. Tıpkı hatırladığım gibi görünüyordu. Hiç yaş almamış gibi. Boğazımdaki ince kesiğe kaydı bakışları.
“Seni bulmuş. Fazla zamanımız yok. Her şeyi öğrenme vaktiniz geldi.”*
Hellööö lovely people. Bildiğiniz üzere 10. Bölüm final bölümümüz ve bu bölüm kendi içinde Act dediğimiz parçalara ayrılıyor. Biraz önce okuduğunuz bölüm ise Overture yani giriş sahnesiydi. Act I en kısa sürede sizlerle olacak. Bölüm tamamlandıktan sonra zaman bulabilirsem bir de Epilogue paylaşacağım. Thank you, have a nice day x
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefirin Kızı: Zuhur
FanficBu hikaye Sefirin Kızı dizisinin dördüncü bölüm sonrasında olacakları konu alacak. #NarGed için kelimelere ruh üflemek amacım. Hikayenin odak noktası Nare ve onun iyileşme süreci olacağı için dizide yer alan bazı yan karakterler bu versiyonda yer al...