Yolumuz dik ve taşlıydı. Baş yukarı çıkıyor ve fazlasıyla yoruluyorduk.
Bir saatten fazla yürüdükten sonra, güzel su sesleri yolumuzu kesti. Fazla büyük sayılmayan, ama şelale diyebileceğim bir dere yatağı karşımızda duruyordu.
Beş metreden aşığı dökülen sular, azda olsa köpükler çıkarmış, güzel bir görüntü oluşturmuştu.
Hiçbir kimyasal karışmadığı için ve pislenmediğinden dolayı, ''gönül rahatlığıyla içebilirsiniz'' dedi, rehberimiz İlhan Abi.
Tadı gerçekten de güzeldi ve buz gibi sudan avuç dolusu içtim.
Bu tatlı ve soğuk derenin kenarında otuz dakika kadar dinlendikten sonra, bir otuz dakika kadar daha yürüdük. Sonra karşımıza irili ufaklı beş tane mağara tarzı oyuklar çıktı.
İki tanesi çok ufaktı, geri kalan ikisi orta büyüklükte (5-10 metre derinliği var), bir tanesi de bayağı büyüktü.
Karanlık olan bu mağara, insanın içini ürpertiyordu. Fakat buna rağmen içine girip, kontrol etmek istiyordum.
Bu isteğimi öğretmenlerime ve rehberimize söylesem büyük ihtimal kabul etmezdi, ama kimsenin haberi olmadan girersem, izin almaya gerek kalmayacaktı.
10-15 dakika da, mağaraların yanında durduktan sonra, grup hareket etmeye başladı. Fakat biz, çaktırmadan onların peşinden gitmeyecek ve mağaranın içine girecektik.
Nasıl olsa, yavaş ilerleyen gruptaki öğrencilere yetişirdik. Zaten varlığımız pek belli olmuyordu. Beş dakika gözden kaybolsak kimse bizi fark etmezdi.
Alper ve ben, grup hareket ettiğinde, gruptan ayrılıp direk mağaraya girdik. Yanımızda yarım yamalak yanan fenerler ve telefonlarımızın ışıkları vardı.
Mağaranın içi tahmin ettiğimizden daha da büyükmüş. Yaktığımız fenerler ve telefonların ışıkları, nedense, etrafı aydınlatmakta yetersiz kalıyordu.
35-40 metre yürüdük yanılmıyorsam. Ama daha ilerisine gitmeye cesaret edemedik. Hem biraz daha yürüyüp, heyecanın tavan yapmasını istiyor, hem de korkudan nefes almakta zorlanıyorduk.
Giriş kapısındaki ışık, yani güneş ışınları, yürüdükçe azalıyordu, elimizdeki fenerlerde yetersizdi. Tam istediğim, heyecan dolu bir yerdi, ama daha da ileri gidersek geri dönemeye bilirdik. Çünkü gittikçe mağara derinleşiyordu. Mağaranın içinde yere doğru inen bir eğim vardı.
Alper bir anda, Kanka ayağım bir şeye dokundu, dedi.
Elimdeki feneri aşağıya tuttuğumda, Alper'in ayağına dokunanın, yırtık pırtık eski bir kitap olduğunu gördük. Yarısından çoğu yanmış vaziyetteydi.
Kitabı açıp incelemeye başladım, çok değişik çizimler vardı. Biraz daha detayla incelemeye başladığımda, çok garip sesler duymaya başladık. Ne insan sesine benziyordu, ne hayvan. Tarifi zor bir sesti bu.
Var gücümüzle mağaranda çıktık. Alper bembeyaz olmuş yüzüyle bana bakıp, şaşkın ve korkmuş bir vaziyette, ''Neydi o öyle'' diye sordu.
Bende bilemediğim için cevap veremedim tabii ki, ama mağaradan bulduğumuz kitap yanımızdaydı ve her şeyin cevabı onda olabilirdi.
Hemen gruba yetişip, sıraya girdik. Eşek yolunu andıran yolda, baş yukarı yürüyüp, İlhan abinin bahsettiği düzlükte çadırı kuracak, bu geceyi de o düzlükte geçirecektik.
Yaklaşık 45 dakikalık yürüyüşten sonra düzlüğe vardık. Rakım olarak belki 2000 metrenin üstündeydi. Yemyeşil çayırların içinde, cennetten bir parça gibiydi.
Bu düzlüğün bir adı var mı bilmiyorum, ama gerçekten çok güzel bir yerdi. Dün gece konakladığımız Ilvat köyü, düzlükten net bir şekilde görünüyordu.
Saat, öğleden sonra 2 olmuştu. Herkes, önce çadırları kuracak ve sonrada yemekler hazırlanacaktı.
Bizim çadırı Alper'le beraber beş dakikada kurmuş, başka öğrencilere de yardım etmiştik.
Çadırlar kurulduktan sonra, sıra öğle yemeğini hazırlamaya gelmişti. Herkese bir görev verildi, Alper'le ikimizin görevi de odun toplamak olmuştu.
Çadırlar, İlvat köyüne bakan tarafına kuruldu. Fakat bu bölgede toplayabileceğimiz hiç dal ve çırpı parçaları yoktu, bu yüzden düzlüğün diğer tarafına gittik.
Düzlüğün diğer tarafından bakınca da manzara güzeldi. Ağaçları çok sıktı ve hepsi sarıçam ağaçlarından ibaretti.
Evet burası, yani aşağıda gördüğümüz bölge, Karakadı köyünün tepesindeki sarıçam ağaçlarıyla örtülü olan bölgeydi.
Biraz daha inceledikten sonra; terk edilmiş ve çoğu yıkılmış, birkaçı yıkılmaya yüz tutmuş halde duran; her yerinden korku, dehşet ve ölüm fışkıran Karakadı köyünü görmüş olduk.
Alper, toplayabildiği 3-5 odunu, köyü gördüğü anda yere bıraktı. Gündüz, hatta güneşin en tepede olmasına rağmen köyde kasvet, karanlık ve korkutucu bir hal vardı.
Kara kadı köyü, İlvat köyünde daha yüksekte, çadır kurduğumuz düzlüğe daha yakındı.
Hemen alel acele odunları toplayıp, ateş yakılması planlanan yere götürdük.
Korkudan betim-benzim atmıştı, bunu fark eden İlhan abi yanıma gelip; ''hayırdır hemşerim, hasta mısın, neyin var'' diye sordu.
Yok iyiyim abi, bir şeyim yok, diye geçiştirecektim ki; lafımı yarıda bölerek: Düzlüğün diğer bölümüne fazla gitmeyin, oradan Karakadı köyü görülebilir, hele ki gece vakti hiç bakmayın, diyerek beni uyardı.
''Tamam abi bakmam'' diyerek geçiştirdim. Lakin, ilhan abinin bu sözleri beni daha da tetiklemişti, gece olmasını ve nelerle karşılaşacağımı merak ediyordum.