Sınav zamanına kadar iyi bir şekilde çalışma tempomu sürdürdüm. Kendime bir hedef belirledim x üniversitesi, y fakültesi diyelim bu hedefe. Neden bu şehri seçtim inanın o zaman için bilemiyorum.
Puanı ne çok düşük ne çok yüksekti, ancak hemen hemen eş puanlarla alan diğer okullara değilde buna karşı bir ilgi duymaya başladım. Gereksiz bir ilgi. Hedefin neresi diyenlere burayı söyleyerek cevap veriyordum. Niye o şehir lan diyene mantıklı bir cevabım yoktu, ancak fena da bir şehir olmadığından pek üstelemiyorlardı.
Babamda birkaç defa sordu nereyi istiyorsun vs. diyerek. Ona da aynı cevabı verince; bölüm için hoşnut kalsa da, dışarıda okumak zordur vs. diyordu.
Neyse artık ismende kesinleşmiş bir hedefim vardı.. (hala bu saçmalık var mı? bilmem ama) bizim zamanımızda rehberlik adı altında böyle abuk sabuk gazlamalar, şartlamalar vardı. İşte rotası olmayan gemi bir limana varamaz gibi saçma sapan içi boş cümleler.
Beni de zorladılar, belki bir şehir ve bölüm ismi belirtmem adına bilemiyorum, bende bunu seçtim. Hayatta her seçiminin net bir açıklaması yoktur zaten.
Babamın sağlıklı olmasından aldığım moralle kafam rahat bir şekilde sınava girdim. Bu arada ki süreçte çok farklı meseleler olmadığından anlatımın suyunu çıkarmamak adına es geçiyorum.
Sınava bir lisede girdim, kitapçığı açtım ve genel olarak karıştırdım. Cidden çok basit gelmişlerdi, her şey benim adıma pozitif gelişiyordu.
Çok çalışkan bir öğrenci değildim, ancak kendi seviyeme göre yine iyi bir şeyler yapmıştım. Hep istediğim mühendisliği kazandım o sınav sonucunda. Artık inşaat mühendisi adayıydım.
Kazandığım okul çok büyük bir şehirde değildi, fakat çok ufakta sayılamazdı. Zaten o dönemlerde mantar gibi her şehirde türeyen üniversitelerde yoktu.
Babamla beraber gidip kayıt işlemleri, kalacak yer gibi hususları hallettik.
Baba tarafımdan olan akrabalarım ile aramız gayet iyiydi, her ne kadar eskiye kıyasla daha iyi bir maaşı olsa da memur maaşı hiç bir zaman tatmin edemez sizi, çünkü gelişen ve sürekli ihtiyaç yaratan dünyada aslında hiçbir maaş tatmin edemez sizi.
Her neyse... Bahsettiğim üzere memur maaşı da o zaman bize az gelmeye başlamıştı. Her gün yeni bir bok çıkıyordu. Şu an 29 kapılı buzdolabı gibi olmasa da (-ki bence o gardrop) işte daha iyi televizyonlar, daha iyi müzik setleri, eski tarz basit çamaşır makineleri yerine otomatikleri vs...
Yeni çıkan şeylerde pek ucuz değildir bilirsin. Bu işin tekniği budur. Sürekli hükümetler gelir giderdi biz çocukken, ne nedir belli değildi. Hoş gençken de değişmedi bu durum...
Velhasılı baba tarafımda bize destek oldular, o dönem devlet yurdunda değilde daha kaliteli bir yurda kaydoldum. Akrabalarda üçer beşer destek mahiyetinde yardım ettiler, bana kıyak geçtiler anlayacağın. Daha rahat edeyim diyerek, babama vefa borcu ödeyerek.
Çünkü, babamda çocuk yaşından itibaren çalışarak kendinden yaşça küçük amcalarıma kol kanat germiş, okumalarını sağlamış bir adam.
Çok çilekeş bir adamdı babam, 5 yaşından beridir çalıştığını söyler. İlkokul dönemlerinde bu çalışma hız kazanır, hem de öyle bir çalışmak ki; sabah okula gitmeden simit satıp, okuldan gelince de gece yarısına kadar sinemada çalışmak gibi...
Hayatında en sevdiği şey uyuyabilmekti babamın. Çocukken en imrendiği şeyin ne elbise, ne ayakkabı olduğunu söylerdi, sadece uyumak.
İnsan onların hayatına eğilince, kendinin ne kadar asalak ve basit olduğunun farkına varıyor. Sadece kendi çıkarları için yaşayan, en ufak bir sorunda yakınan bizler, o kadar büyük nimetlere nankörlük ediyoruz ki. Varlık içinde olduğumuzdan, pek çoğumuz varlığın kıymetini bilemiyor.