6 saat yolculuğun ardından, yorgun bir şekilde çiftliğe vardık.
Araba ile yolculuğu hiç sevmezdim, muhakkak midem bulanır ve çişim gelirdi. Altı saat içinde, dört kere mola vermek zorunda kaldık.
Güzel yemekler yapılmış, gözlemeler açılmış bir vaziyette; Dedem, babaannem, amcam ve hanımı, amcaoğlu ve küçük amcakızı bizim gelmemizi bekliyorlardı.
Yayıkta çalkalanmış ayranlar, nefis peynir ve tereyağı, dalından koparılmış domates vs. hepsi çok güzel ve hoşuma gitmişti.
Ama daha da hoşuma giden şey, köyde ve çiftlikte macera aramak, adrenalin yaşamak olacaktı.
Amcaoğlu, Remzi abide bizim kafadan demişti telefonda. Oda bizim gibi korkuyu seven birisiymiş.
Cinlere ve perilere küçüklüğümden beridir ilgi duymuşumdur. Küçükken Perileri kız sanır aşık bile olurdum.
Dedemin anlattığı hikâyeler, arkadaşlar arasında kendimize anlattığımız, çoğu uydurma olan hadiseleri vs. dinlemek hoşuma giderdi.
Tabi hoşuma gittiği kadarda korku veriyordu içime. Korkuyu sevmek, bazen çoğu şeyi yapmaktan daha güzel geliyordu bana.
Amcaoğluyla akşama kadar ata binip sigara içiyor, gece de geç saatte kadar muhabbet edip, poker oynuyorduk. Acayip eğlenceli geçiyordu günlerimiz.
Gündüzleri bazen, şehit mezarlarına gidip dua okuyor, bazen uzak mesafedeki dağlara çıkıp, köyü ve çiftliği izliyorduk.
Tek olsam canım sıkılırdı, fakat amcaoğlu tam kafa dengiydi. Akşamdan sonrada Remzi abi bize eşlik ediyordu.
Remzi abi başka bir köyden gelmiş, 24 yaşında ve bekâr birisiydi. Anne ve Babasını küçükken kaybetmiş, kimsesiz bir delikanlıydı. Çiftliğin yanındaki müştemilatta kalıyor, ineklerle ve bahçeyle ilgileniyordu.
Çiftlikteki ev, büyükçe ve iki katlı, üstünde de bir çatı katı var. Çatı katında amcaoğlu ve ben kalıyorum.
Orta kattaki 4 odanın birinde bizimkiler, diğeri amcamlar, diğeri dedemler ve en büyüğü de, akşam oturulan salon gibi bir yer.
En alt kat biraz değişik. İçeri girdiğinizde, kendinizi Amerikan filmlerinde cadı bayramı kutlayan bir eve giriyor zannedersiniz. Duvarlar gri renkli, kapılar buzlu camlı bir kat işte.
İçinde, eski bilardo masası, langırt vs. şeyler var. Bir hafta boyunca her gece, 1'e kadar oturup sohbet ettik. Bazen bildiğimiz korku hikâyelerini birbirimize anlatıyor, bazen karı kız muhabbetine giriyorduk.
Sohbet bitince, yada başlamadan önce bilardo oynayıp sonra pokere geçerdik.
Bir gece saat, gece yarısını falan geçmişti. Remzi abi, daha önce bu civarda yaşanmış bir olayı anlatıyordu bize.
Olay, remzi abinin dedesinin dedesi zamanında yaşanmış, dedesi de bizzat şahit olmuş.
Onların köyü, bizim köye 15-20 kilometre uzaklıkta bir köy. Etrafı ağaçlık ve ormanlık, bizim köy ve çiftlik gibi ağaçsız bir yer değil.
Köyde herkesi ineği var. Toplam 150-200 civarı bu inekleri gütmek için bir çoban tutmuşlar. Çoban bu civardan değil, İran kökenli birisi. Türkçeyi çok az bilirmiş.
Başlamış bu çoban inekleri gütmeye. Normalde akşam ezanı okunmadan getirirler çobanlar inekleri, fakat bu çoban yatsı namazından bile sonra getirirmiş. Sabaha kadar uyumaz, löküsünü (aydınlatma) hiç kapatmazmış.
O kadar ineği, bir kişinin gütmesi zormuş, ama bu, nizamı bir şekilde hallediyormuş bu işi.
İnekler bir yerden bir yere yürürken ipi gibi dizilmiş bir şekilde gidermiş, sanki her ineğin yanında bir çoban varmış gibi düzgünmüş her şey.
Bir gece, gece yarısı geçtiği halde gelmemiş inekler. Tüm köylü dağlara, çoban ve inekleri aramaya çıkmış.
Ne kadar arasalar da bir türlü bulamamışlar.
Sonra Remzi abinin dedesi ile, dedesinin dedesi ve arkadaşı Ahmet dede, son bir yere bakmak için, vadinin oraya doğru gitmişler. Köylüler, ineklerden ümidi kesip, dönmüşler köye.
O yere, iki vadi arasındaki, kayalık bölgeye vardıklarında; tüm inekleri ölmüş olarak yerde yattıklarını görmüşler. Hepsinin de karınları yarılmış ve kalpleri yerinden sökülmüş, kayaların üstü kandan kıpkırmızı olmuştu.
Çoban ise, can çekişen son ineğin yanında, kalbini sökmekle müşkülmüş. Gözleri kıpkırmızı parıldayan çobanın insan değil, şerli olduğu belliymiş.
Bunları gören Remzi abinin dedesi (o zaman 10 yaşındaymış), dedesinin dedesi (75), ve Ahmet dede (76) can havliyle koşmaya başlamışlar. Fakat kayalıklara ayağı takılan Ahmet dede, yere düşüp, orada can vermiş.
Remzi abi bunları anlatırken kalbim iki kat fazla atmaya başladı. Sanki olayı ben yaşamış gibi olmuştum.
Hadi gidelim dedi Remzi abi, saat 2 geliyor.
Gerisini anlatmayacak mısın abi dedim.
Başka zaman anlatırım söz dedi. Tamam dedik ve kalktık yerimizden. Biz çatı katına, remzi abide müştemilata gidecekti.
Kuzen ışıkları kapattı ve kapıya yöneldi. Fakat kapı kapalıydı, bir türlü açılmıyordu.
Kapıyı biri üstümüzden kilitlemiş olamazdı. Kendiliğinden kilitlenemezdi.
Tekrar ışıkları açmak istedik, ama bir türlü yanmıyordu lambalar. Elektrik kesilmiş olamazdı, çünkü sokak lambasının ışığı yanıyordu.
Birkaç tuhaf ses ve tıkırdama sesi geldi kulağıma. Diğerleri de duymuştu bunları.
Zaten hikâyeden dolayı korkmuştuk, birde bu eklenince tam olmuştu.
5 dakika kadar bekledik çaresiz. Ses çıkarmakta istemiyorduk. Yoksa üst katta yatanlar uyanır ve artık izin vermezlerdi buraya girmemize.
Neyse ki kapıyı açtık zorda olsa ve herkes yatağına gitti.